Ara sıra dünya meseleleri üzerine sohbet ettiğim iki arkadaşım var. A ile B diyelim onlara. İkisi de dünyanın farklı köşelerinde doğmuş. Yeryüzünü iyi kötü görmüş, okumuş yazmış insanlar. Geçenlerde yine konuşurken “bu Avrupa Birliği’nin hali ne olacak”tan tarihin tekerleği meselesine geldik. Bunun hala sınıflar mücadelesi zemininde açıklanabileceği konusunda anlaşıyorduk, ama sonra bir yerde takıldık kaldık: “Amerikan müdahaleceliği”nin berbatlığı. Dostumuz A, benim ve B’nin aksine “bu pek de öyle yorumlanamaz, ABD’nin bu yaklaşımlarına olumlu bakanlar da var” derken, bizi ilgiyle dinleyen, ara sıra da konuşmaya ortak olan dünyanın epey uzak bir köşesinden buralara gelen eşini işaret ediyordu. Ben dönüp “niye?” diye kadına sormaya fırsat kalmadan, araya çocukların dansı girdi.
Daha sonra havada kalan soru hakkında değil de, A arkadaşın yaklaşımı üzerine biraz daha düşündüm. Neden o bize göre daha iyimserdi?
Bunun anahtarı belki de insanların adeta genetik bir gerçek gibi zihinlerinde taşıdıkları tarihsel sosyal tecrübelerdeydi. A’nın ülkesinde uzun süre hüküm süren diktatörlüğün işkencecileri elbette Panama’da eğitilmemişti. Belki onlar, 1946’da açılan Escuela de las Américas’a(1) “eğitmen” göndermişlerdi.
İşkencecilerimizin bir dönem, Panama’da bu okulda eğitildiği gerçeğiyle geçenlerde bir kez daha karşılaştım. Yenile okuduğum Muzaffer Oruçoğlu “Mengene” (Belge yayınları-2016) de arada bundan da bahsediyordu. Elbette bu “Amerikan gerçeği” bize bir de bu “eğitim”i alanların olduğunu unutturmuyor.
Dünya Maduro’ya kızarken
Yukarıdakileri yazarken, aklım hep Venezuela ve Güney Amerika’nın geldiği durum üzerine döndü durdu.
Venezuela’da Başkan Maduro geçen hafta bir kez daha yönetemediğini, başkanlık sistemi denilen yönetim anlayışının kolayca diktatörlüğe dönüşebileceğini de göstermişti. Sonradan çözülmüş gibi yapılan ama gerçekte sadece ertelenen bir kriz daha atlatılmıştı. “Gerekçe”sini de dünyaya yeterince anlatamayan (Anlatmak gibi bir dertleri var mıydı bilmiyorum ama bu konuda, Yüksek Mahkeme tarafından yolsuzluğa bulaştığı tespit edilen üç milletvekili hakkında parlamentonun uyarılara rağmen işlem yapmaması gerekçe gösteriliyordu) Yüksek Mahkeme önce parlamentonun yetkilerini elinden almış, iki gün sonra da tepkiler üzerine iade etmişti.
Elbette bu şaşkınlık haline kızacaktık, ama kimin adına ve neye? Uzun yıllardır verilen geniş halk desteğine rağmen, ülkeyi kolektif mülkiyet ve doğrudan demokrasiye dayalı bir tarzda, suçtan, yozlaşmadan, yolsuzluktan, yokluktan, tek ürüne ve spekülasyona dayalı bir ekonomiden kurtaramayıp, dünyaya örnek bir ülke haline getiremeyen “sol” politikacılara öncelikle kendi adımıza kızacaktık.
Neoliberal aklın dümdüz ettiği, güçlünün hukuku adına kızanlar da vardı. Özetle bu bir “yasama darbesi”ydi. “Haklılar” ama başka “darbeler”e savaş ilanlarına gözlerini kapadıkları ve bunları meşru gördükleri için bir o kadar da haksızlar. Bu görmezden gelinen şeyler neler derseniz kısaca özetleyeyim, çok eskilere gitmeyeceğim. Mevzu Trump’la başlamasa da biz o meşum günden bu yana Venezuela’nın başına gelenlere kısaca bir göz atalım.
İlk atak ABD Dışişleri Bakanı koltuğuna oturmadan Rex Tillerson’dan geldi. Kendisi, dünyanın en büyük petrol şirketlerinden Exxon Mobil’in eski CEO’su idi. Venezuela’da demokrasi yokluğundan, ABD’nin yaptırımları devreye sokması ve rejim değişikliği çağrısında bulundu. Aynı muhterem şahıs geçen hafta Türkiye ziyaretinde ise demokrasi ve insan haklarının baş harflerini dahi bir türlü aklına getiremedi.
Daha sonra (bazı uluslararası yayın kuruluşlarıyla yapılan saldırıları bir kenara bırakacak olursak) ABD, Venezuela Devlet Başkanı Maduro'nun, yardımcısı Tareck El Aissami’ye dönük iddiaları gündeme getirdi. Uyuşturucu kaçakçılığı suçlamasıyla yaptırım kararı aldı. Bu yaptırım kararı, bazı şahısların yanı sıra beşi ABD’de faaliyet gösteren 13 şirketi de kapsıyor. Kanıt? En azından kamuoyuyla paylaşılmış bir şey yok!
Peru Devlet Başkanı Pedro Pablo Kuczynski ile Trump’ın buluşmasında da Venezuela yönetimine karşı aynı saldırgan dil kullanıldı ve “Maduro’nun artık çok oldu”ğu her iki lider tarafında da dile getirildi. Arada Trump, Güney Amerika’ya yeni “diplomatik” atamalar yaptı. Venezuela merkezli televizyon kanalı Telesur bu kişilerin arasında, üçünün “darbecilik” tecrübesiyle özel olarak donanımlı olduğuna dikkat çekti.
On gün kadar önce ise Amerikan Devletler Topluluğu'dan (OEA) 12 ülke bir araya gelerek “Venezuela’daki olumsuz gidişata karşı endişe” belirten bir bir bildiriye imza attı. İlk bakışta ne olacak ki alt tarafı bir kağıt, diyebilirsiniz. Ama OEA’nın daha önce de attığı bazı imzalar düşünüldüğünde, kağıdın, imzaların silaha, mermiye ve akan kana dönüştüğünü kolayca anlayabilirsiniz.(2)
Düşman sonuçta işini yapıyor. Dünyada savaşlarla artan yıkımın altında, 25 milyon insanın açlıktan ölüm riskiyle karşıya kalması, 8 kişinin ise dünyada yaşayan 3.6 milyar insandan daha fazla mülke sahip olması onun doğasının eseri. Bunlar gerçeğin ta kendisi, maalesef komplo teorisi değil ve olanlar belli politik tercihlerin sonucu.
Venezuela’da gelinen noktada ise elbette en büyük sorumluluk Maduro ve iktidar çevresinin. Sürecin nasıl gelişeceğini eğer karşı tarafın inisiyatifine bırakırlarsa (Maduro yönetimi zayıf uluslararası desteğe sahip. Bu destek Küba, Bolivya, bugün ki seçim sonucuna bağlı olarak Ekvador ve gelene ağam gidene paşam politikası uygulayan Çin’in şartlı arka çıkmasından ibaret) fazla seçenekleri yok. Bütün işaretler, darbe, uluslararası müdahale, iç savaş gibi hiç de sonuçları hoş olmayacak olasılıklar arasında gidip geliyor. Bu yüzden kaybedeceği kesin de olsa Maduro’nun erken seçime gitmesi elzem.
Gelecek neoliberal iktidarla birlikte halkın çok şey yitireceği de kesin. Fakat bu olumsuz süreçten çıkış için toplumsal hareketlerin zengin tecrübe ve mücadelesine müracaat etmek en doğrusu. Bugün Paraguay halkının hiç o koltuğa oturmaması gereken Başkan Horacio Cartes’e ülkeyi dar eden kavgasıyla sergileyerek gösterdiği gibi yeniden toplumsal hareketlerin yükselmesi ve bu günün asalak yöneticileri olmaksızın kendi iktidarlarını kurmaları mümkündür.
Diğer seçenek yani uluslararası güçlerin hamlesinin her durumda bölgede şiddeti tetikleyeceği açık. Hatta Kolombiya (Kolombiya’nın NATO’ya üye yapılmasının gündemde olduğu ve Venezuela'yla yaşadığı sınır bölgesinde son dönem yoğunlaşan askeri sorunlar da hesaba katılmalı) ve Bolivya’nın da dahil olduğu bölgesel bir savaşın gündeme gelme olasılığı maalesef var.
Bütün dünyayı serbest atış sahasına çevirmiş, aklını Pentagon'a, dolayısıyla savaş sanayisine emanet etmiş bir ülkenin dünyanın bir numaralı gücü olduğunu düşünürsek, sanırım böyle bir “akıl” Güney Amerika’nın ormanları yanacak diye postmodern yeniden paylaşım savaşını buralara taşımaktan yüksünmez. (AS/HK)
(1) BBC’de bu meşhur okulla ilgili şu bilgiler verilmiş: School of the Americas, 1946'da Amerikan kara kuvvetlerince, Latin Amerika ülkelerinden asker ve subaylara eğitim vermek üzere kuruldu. Okul yaklaşık 55 yıl boyunca, 60 bini aşkın Latin Amerikalı subayı eğitti. Resmi müfredatı, piyade taktikleri, askeri istihbarat, ve isyancı ve uyuşturucu kaçakçılarıyla mücadele yöntemlerinden oluşuyor. Ancak 1980'li yıllarda okulun eğitmenleri arasında olan Amerikalı emekli binbaşı Joseph Blair, "Ne öğretiliyordu bu okulda" sorumuza biraz daha farklı bir yanıt veriyor. "Tecavüzden, çıplak bırakmaya, sivri uçlu araçlarla işkenceden, yakmaya, uzuvların kırılmasına, gözlerini çıkarmaktan, dağlamaya... Yani bir insana duymak isteyeceğiniz bir şeyi söyleteceğiniz bir noktaya götürmek için aklınıza gelen her şey..."Tetikçi ya da "suikastçı okulu" diye de anılan Amerika Kıtası Okulu, Amerikan ordusuna bağlıydı ama Panama'da kurulmuştu. Bu nedenle de Amerikan yasalarına tabi değildi.
İsteyen bu bağlantıdan bu okuldan “yetişmiş” bazı Güney Amerikalı diktatör ve işkencecilerin listesine ulaşabilir.
(2) OEA’nın en bilen günahlarından biri ABD destekli Şili darbesi (1973) sırasında Salvador Allende öldürülürken sesiz kalıp darbeyi desteklemesiydi. 1965’te ise Dominik Cumhuriyeti’nin işgali sırasında OEA bağlı kuvvetler ABD safında fiilen yer aldı. 1954’te ilerici Arbenz iktidarına karşı Guatemala’da gerçekleşen ABD işgali öncesi OEA yine bir bildiri yayınlayarak destekledi. Sonrasında darbeci Castillo Armas’ın askeri yönetimine de destek verdi. 1962’de Küba OEA’dan malum gerekçeyle atıldı. Küba’ya dönük daha sonra gerçekleşen ABD saldırılarına ses çıkarmadı. ABD 1989'da Panama'yı bombaladı ve istila etti. Başkan Manuel Noriega kaçırıldı, ABD'de yargılanmaya ve 40 yıla hapis cezasına çarptırıldı. OEA küçük bir “kınama”nın dışında yine sessizdi. OAE son olarak Honduras askeri darbesi(2009), 2012 Paraguay “sivil darbe”si sırasında da darbecilerin işlerini kolaylaştırdı ve süreçten galip çıkmalarını sağladı. Bütün bu “müdahaleler” başka bir çok şeyin yanı sıra binlerce insanın hayatına mal oldu.