Aktörlerinin -sadece patronlarından söz etmiyorum, her düzeyde hakim ideolojiyi üretmeye katkıda bulunan bütün aktörler- ciddi ciddi pazarla ilgili olduğu, aslında söyledikleri yapıp ettikleri pek çok şeyin arkasında çok da gerçek bir maddi alanın bulunduğu bir gerçeklik ve onun biz sıradan insanlara yansıtılan, kendisini mühendislik disiplininden hareketle inşa eden "tarafsız haber ve yorum"un imajinatif alanı. Bence, bu seçimde kaybedenler listesine eklenmesi gereken ama pek de -doğal olarak- üzerinde durulmayan, kısaca "egemen medya"nın bu "tarafsızlık" miti. Bu kez, mühendislik hesapları tutmadı ve bina çöktü.
Seçim sonrasında yapılan yorumların çoğu, bence, bazen aşırı yorum olmaktan bazen de sosyal bilim efsaneleri (örneğin korelasyon efsanesi) yaratmaktan öteye gidemiyor. Seçmenin rasyonel olduğu fikri ya da olması umudu, onun bir yerlerde toplanıp kararlar veren ve oylarıyla bir yerlere grup halinde gizil mesajlar gönderen adeta bir canlı organizma olduğu fikrine dayanıyor; bu canlı organizma batıl inancı bir de büyülü kavram "kamuoyu" nun kurgulanışında görülüyor, malum, kamuoyu istedi diye başımıza gelmeyen kalmadı bu ülkede ve bir konuyu "güncel" olmaktan çıkarabildiğiniz yani "kamuoyunun" dikkatinden uzaklaştırabildiğiniz anda, yüzlerce ölüm bile sessizce oralarda bir yerde sırasını bekliyor.
Rasyonelliğin ne olduğuysa yeniden sorgulanmalı, çünkü "insanın kendi içinde tutarlı bir sisteme göre, ortak, evrensel çıkarlara göre işleyen bir makina gibi" tarif edildiği bilişsel insan modeli artık işlemiyor (Bakınız, Özgürlükler ve Rasyonalizmin Kalesi Amerika ya da küçük harflerle "küçük hayatlarımızı kurtar Büyük Bush, dünyayı dümdüz etsen de kötülüğü bizim adımıza yeryüzünden sil hatta yeryüzünü sil!).
İnsanlar, dünyalarını, kendi kısa dönemli ve özgül çıkarlarından hareketle kurguluyorlar ve davranışlarına -oy verme davranışı da bunlardan biri sadece- her zaman ulvi nedenler bulmak zorunda da hissetmiyorlar kendilerini, hatta düşünceleriyle davranışları arasındaki karşıtlığın yarattığı çelişkiyle bir ömür yaşayabiliyorlar, belki bu iç tutarlılık ihtiyacı da evrensel bir ihtiyaç değil. Bütün söylenenler, eğer başı sonu, içerik ve yöntem olarak hesabı belli olan bir "araştırma" yoksa ortada, seçim sonuçlarını, "seçmen bize şunu söyledi.." türünden kendini gerçekleştirmesi istenen kehanetler yoluyla yorumlayarak, toplumu manipüle etmenin farklı yollarına dönüştürmekten başka işe yaramıyor; "bilimsel yorumlar" olarak değil, keşke "siyasi tavır alışlar" olarak okunabilseler. Siyasetin çeşitliliğinin ve çokluğunun kimseye zararı olmaz çünkü. Bir siyasi tavır alış olarak benim bu resme ilişkin masalım şöyle:
Sosyal psikolojiden hareketle baktığımda, politik olarak bulunduğum yerden, bu seçimde açık olan tek şey, sistemin bütün araçlarıyla empoze ettiği "beyaz, temiz ve sistemin ta kendisi olan" herşeyin yenilgiye uğramış olması gibi görünüyor. Eski ve yeni olan, ama seçmenin çoğunluğunun "kendisinin ait olmadığı"nı hissettiği bir dünyaya ait olduğunu düşündüğü ne varsa, seçilmedi. Seçilen'in iyi bir şey olup olmadığı da doğal olarak herkesin ya da her politik grubun kendi iyisine göre tarif edilebilir, ortak bir iyi arandığında örneğin "insan hakları" gibi evrensel bir değer söz konusu olduğunda bile "insan" ın ve hak'kın ne olduğu bizim ülkemizde genellikle bir tartışma konusudur. Ortak kötü'de de durum farklı değildir.
Bu bulanık alanda, nereden baktığınız ne göreceğinizi en çok belirleyen oluyor. Hayatın boşluğa tahammülü olmadığı bir kez daha görülüyor ve hepimiz sıradan birer insan olarak uzun zamandır hayatlarımıza egemen olan siyasi boşluğu bir şekilde doldurduk oy vererek. Ben, bu seçim sürecinde gördüğüm bu genel manzara dışında, bu ülkede yaşayan insanların hayatlarını neye ve neden bağladıklarını, kişisel iradelerini devretme biçimleriyle ilgili olarak anlamaya çalıştığımda, seçmen, liderlere ve partilerine şöyle seslendi gibi geliyor bana:
Benim adıma hayatımı kurtar: AKP'ye oy verenler, hayatlarında belirsizliğe en tahammül edemeyen insanlardan oluşuyor ve hayatlarının yakın bir gelecekte kurtarılabileceğine inanabilme ayrıcalığını hala taşıyorlar. Sistemin gerek ideolojik gerekse sosyal ve ekonomik anlamda en dışında bıraktığı insanlar. Aynı zamanda toplumun belki de en canlı, dinamik kesimi, çünkü günümüz dünyasında gelecek duygusunun kaybına yol açan "öğrenilmiş çaresizlik" sendromundan kurtulmayı başarmış, bir anlamda "öğrenilmiş güçlülük" gibi bir hareket kabiliyetine bir ölçüde sahipler.
Dini inançların ana eksenini oluşturduğu örgütlü ve kalıcı grubun, bu kesimin büyük bir bölümünü kapsadığını düşünmüyorum. Dini motiflerin kamusal hayata egemen olmasından yana oluşun değil, dini motiflerden korkmayışın bu grubun din'le ilişkisini anlamamızda daha önemli olduğunu düşünüyorum. Din, etnik köken vb. kimlik alanına ait göstergelerin politik davranışlarda belirleyici değişkenler olabilmesi için, hayatın sürdürülmesine dair temel ihtiyaçların karşılanmış olması gerek çünkü. Tam da bu noktada CHP'ye oy verenlerin sesleri duyuluyor.
Hayatımı karartabilecek olanlardan beni kurtar ben zaten idare ediyorum: CHP'ye oy verenler, birinci grubun tersine, hayatlarını sosyal ve ekonomik açıdan zaten bütünüyle -bu çok küçük bir grup olsa da pek etkilidir- ya da göreceli olarak "kurtarmış", medyayı çok iyi izleyen ve derslerini iyi öğrenen yurttaşlardan oluşuyor. Geleceği umursuyorlar, özellikle "korkuları" bağlamında. Ama eğer, CHP'nin oyları bu seçimde arttıysa, bu artışın en önemli nedeni, beyaz'ların temiz dünyasına salınan gelecek korkusudur ve bu korkunun kendisi bu "tepki" oylarını yaratmıştır. Yurttaşlardan böyle bir nedenle irade devri talebi, dünyanın başka herhangi bir "sol" partisinde görülmemiştir, belki de bu nedenle CHP'ye "merkez" sol denmektedir. Malum, bir şey merkez'e yaklaştıkça siyasi olmaktan çıkmakta ve "biz"in o muğlak alanına girmektedir. O alanda da korku vardır, sistemin bekçiliği vardır ama asla siyaset hele sol, yoktur.
Benim adıma dünyayı becer: Bilindik milliyetçilik anlamında siyasetin değil, faşizmin, kötülüğün sıradanlaşması fikrinin temel motiflerini oluşturduğu Genç Parti seçmeninin aklı, Cem Uzan'a "benim adıma dünyayı becer.." mesajını vermiş ve iradesini bu yönde devretmeyi arzu etmiştir. Genç Parti'nin söylemi ayrı bir inceleme konusu olsa da, bütünüyle pornografik olduğu, "kötülere karşı her türlü kötülüğün meşru olduğu" düşüncesiyle ve şehvet'le yönlendirildiği açık.
Esas olarak, AKP seçmeniyle Genç Parti seçmeninin sisteme ait olmama hissi bakımından sadece niceliksel farkları vardır. İzmir ve Marmara Bölgesi'nin kimi illerinde sıralamada, beklenenin tersine AKP'nin yerini Genç Parti'nin almasının nedenleri de, bu illerin, halk arasında "gavur" olarak anılma geleneğinin dinamiklerinde aranabilir. Dışlanmışlık duygusunun, her türlü kötülüğü meşru görme ve kötülük etme duygusu yaratabilmesi için bu ölçüde hissedilmesi yeterlidir. İçerilere doğru gerçekleşen sosyal patlama (A. İnsel'in söyleyişiyle) belki de içeride olanların şiddetine bağlı olarak kimilerinde geleceğe yönelik bir kurtuluş umudu kimilerinde ise kollektif bir yasal kötülük arzusu -buna kusmuk da diyemez miyiz?- olarak ortaya çıktı.
Bu arzu, aslında çoktandır hayatlarımızda değil mi? Tribünlerde, 6 gollü galibiyetle bile "gevşeyemeyip" kan, gözyaşı ve belki ölüm görme arzusunda, polisin yakalayıp polis otosuna tartaklayarak bindirmeye çalıştığı kız öğrenciye polislerin arasından yetişmeye çalışıp "geberrr.. geberrrr.." diye bağıran süslü hanımefendinin nefretinde.. her yerde, aynı histeri, hayattan daha çok ölüm değil mi bizi canlandıran, harekete geçiren.
Keşke hep beraber yapabilecek olsaydık: Bütün bu tablonun dışında, hatta bu ülkenin yaygın dinamiklerinin çoğunun dışında bir alanda cereyan eden sosyalist-sol'un, "iradenizi bize devretmenizi istemiyoruz, hep beraber değiştirelim.. " yönündeki, en çok da DEHAP ve ÖDP'de -bütün farklılıklarına rağmen- ifadesini bulan çağrısı, iki partiye de oy veren seçmenler açısından bence, oy verme anında bile ikircikli bir hüzne yol açan "keşke.." duygusuyla karşılandı. Vicdan'ın ve gelecekten çok geçmiş'e ait aidiyetlerin anlamlı bulunduğu ama bugünün yeterince iyi "okunup" öğrenilmediği ve inanmanın kendisinin inanılandan daha önemli olduğu bir seçmen grubu bu grup.
Kimsenin iradesini istemeyen ve iradesini devretme heveslisi olmayan insanların, hüzünden vazgeçmeksizin yeniden yeniden deneyeceklerini, belki "benim hayatımı benim adıma düzenleme.." diyerek başka başka yerlerde duran ama sistemle kalıcı dertleri olan herkesle ortak bir dil geliştireceklerine ilişkin umudu hiç yitirmemek gerek.
Hayatımdan Çıkın: Bu seçimde, tam sayılarını ve nedenlerini bilmediğimiz bir seçmen davranışı daha gerçekleşti. Geçersiz oy verme ya da oy vermeme davranışı. Siyasete ve belki de hayatlarının şöyle ya da böyle "değişebileceği"ne ilişkin inancını bütünüyle yitirmiş insanların belki de siyaseti "görmezden gelme, yok sayma" isteğine işaret ediyor. Hep beraber, hepiniz hayatımdan çıkın!
* * *
Seçimler bitti, yakında yorumlar da bitecek, gerçek hayat yeniden başlayacak, belki başladı bile, herkes eski rollerine hızla dönüyor. Çok eski bir gerçeklik yeniden yeniden üretiliyor, bu yalancı "biz" söylemi, sürekli olarak farklılıkları yok ediyor, o farklılık iktidara bile gelmiş olsa, onu kendisine benzeterek, bozulmuş, sarsılmış, sistem inancını yeniden inşa etmek için. Bu nedenle belki de, seçim sonrası ilk hafta yaşanan balayı havası sadece ürküttü beni, neredeyse klasik söyleyişle "gerginlik" içimi ferahlatacak, bu gerginliğin, sistemin en azından demokratik haklar alanında sorgulanması ve belki belli ölçülerde dönüştürülmesi süreci için gerekli olduğunu düşünüyorum çünkü.
Bu, iktidarın yeni sahiplerini "okunabilir, anlaşılabilir" dolayısıyla "benzetilebilir" kılma çabalarının en eğlenceli örneklerinden birini geçenlerde Mehmet Ali Birand'ın 32. Gün'ünde izledim. Ticaret ve Sanayinin oda temsilcileri ile AKP'nin ekonomi "kurmay" ları karşı karşıyaydı ve bu kurmaylardan ikisi "genç ve beyaz" dı. Ve Mehmet Ali Birand, tüm şirinliğiyle bir ara onlara döndü ve dedi ki: "Size prens diyebilir miyim?.." Onlar, mahçup ve biraz da belki içlerinden "iyi bir şey mi bu acaba" diye geçirerek sanki, -ama hangi erkek prens olmayı istemez- "evet, tabii, hımm. Yani.." gibi şeyler söylediler.
Birand ekledi, bir art niyeti olmadığını, Özal'ın ekonomi kurmaylarını ve aradaki benzerliği hatırlattı ve hep beraber Özal'ı ve Türkiye'ye kazandırdıklarını yad ettiler. Bu, "size prens diyebilir miyim?" repliği, zamanda korku dolu bir yolculukla hayatlarımızın sadece bir kısır döngü içinde sürüp biteceği gibi bir karamsarlığa götürebilir kimilerimizi. Belki de başka bir repliği hatırlatır; buruk, komik ama çok da hakiki bir repliği... Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış ama gelecek umudunu yitirmemiş minicik bir kız çocuğunun, parkta gördüğü adamlardan birine, sadece diğer kötü adamlara benzemediği ve temiz yüzlü olduğu için yaklaşıp "inanç"la söylediği gibi..: "Size baba diyebilir miyim?.."
Kimbilir, belki de bu seçimi ve sonuçlarını en iyi anlatan bu hüzünlü replik işte.. sadece bu kadar.
--------------------------------
(1) Korelasyon analizi, bir kişinin ya da grubun, oy verdiği partilerle sevdiği yemekler arasında ilişki var mı diye bir sorumuz olduğunda yapılabilecek bir analizdir ve tek tek kişilerin bilgilerini esas alır; birbirinden farklı insan gruplarının özelliklerinin bu analizle ilişkilendirilmeye çalışılması olmayacak bir ilişki arayışıdır.