Adalet ve Kalkınma Partisi’ni 3 Kasım 2002’de iktidara gelmesinden hemen sonra Aralık 2002’de gerçekleşen Avrupa Birliği Kopenhag Zirvesi’nde, Türkiye’nin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan Kopenhag kriterlerinin karşılanması halinde katılım müzakerelerinin başlaması kararlaştırılmıştı.
AKP’nin de 2002 seçimleri için hazırladığı ve şu an meclis kütüphanesinde kayıtlı bulunan seçim beyannamesi de zaten Aralık 2004 AB Brüksel Zirvesi’ne mektup niteliğindeydi:
“ Ulusal ve uluslararası anlaşmazlıkların çözümünde, nihai ve bağlayıcı kararlar verecek uluslar-ustu mahkemeler ve hakem kurumları oluşturulmakta ve ulusal düzeyde verilen kararlar buralarda temyiz edilebilmektedir. Farklı ülkelerdeki halkların yaşam kalitesini ölçmeye yönelik evrensel standart ve normlar oluşmakta ve toplumların refah, başarı ve mutluluk düzeyleri ile devletlerin uluslararası arenadaki etkinlik ve saygınlıkları bu kriterlere göre belirlenmektedir. Devletin faaliyet alanı sürekli daralırken, özel sektörün ve sivil toplum örgütlerinin etkinliği artmaktadır. Bu gelişme surecinde, kendini Dünya'dan tecrit eden bir ulusal sistemin uzun sure ayakta kalması düşünülemez. Artık, kendi içine donuk böyle bir sistemle toplumun talepleri karşılanamayacağı gibi, uluslararası camianın saygın bir üyesi de olunamaz… PARTİMİZ, ülkemizin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğini, modernleşme surecimizin doğal sonucu olarak görmektedir AB kriterlerinin ekonomik ve siyası hükümlerinin hayata geçirilmesi, devlet ve toplum olarak birlikte çağdaşlaşmamız yönünde atılacak önemli bir adımdır. Bu kriterlerin, AB üyeliğinden bağımsız olarak düşünüldüğünde bile hayata geçirilmesi kaçınılmazdır. Ancak çağın içinde ve farkında olarak insanlığa mesajlarımızı ulaştırabiliriz ve çağın imkanlarını kullanarak uluslararası arenada varlığımızı sürdürebiliriz.”
2004 yılında Anayasa’da köklü değişikliklere gidildi. Uluslararası sözleşmelerin ek protokolleri imzalandı. 38. Maddede yapılan değişiklikle ölüm cezası tamamen kaldırıldı. Basın araçlarının korunmasına dair 30. maddedeki zapt ve müsadereye olanak tanıyan nedenler maddeden tamamen çıkartıldı.
En radikal değişikliklerden biri de 90. madde idi. Meclis’e geldiğinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin daraltılması için değişiklik önergesi verdiği ancak reddedilen madde “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası anlaşma hükümleri esas alınır” olarak anayasallaştırıldı…
Özetle anayasaya göre temel hak ve özgürlükler açısından iç hukuk normları artık uluslararası anlaşmaları dayanak almak suretiyle “gayri milli”leştirildi.
“Ulusal ve uluslararası anlaşmazlıkların çözümünde, nihai ve bağlayıcı kararlar verecek uluslar-üstü mahkemeler ve hakem kurumları oluşturulmakta ve ulusal düzeyde verilen kararlar buralarda temyiz edilebilmektedir” diyen AKP iktidarı da bu dediğine o kadar çok inanmıştı ki; 2012 yılında İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi, “milli duygularla katledilen Hrant Dink” davasında bütün sanıkların, silahlı terör örgütüne üye olmak suçundan beraatına karar verdiğinde son hukuk yolu olarak AİHM’i işaret etmişlerdi.
Üstelik kendilerinin de AİHM tarafından temel hak ve özgürlükleri ihlal ettiğine hükmedilen Dink-Türkiye kararına rağmen… Yani paradoks çoktan başlamıştı.
Türkiye’nin resmi milli duygularının uluslararası hukuk normları ile nasıl bir kan uyuşmazlığı yaşadığını Dink davası bize çok acı bir şekilde hatırlattıysa da son noktayı Başbakan’ın Anayasa Mahkemesi’nin twitter kararına yaptığı yorumla bir kez daha anımsadık: “Gayri milli ve saygı duymuyorum”
Adalet Bakanı’nın da iç hukuk yolları tükenmeden başvuruyu kabul ettiği için eleştirdiği Anayasa Mahkemesi ise son derece detaylı ve uluslararası sözleşmeleri esas alan kararıyla (iktidar dili ile) aslında şunu demek istedi: Gayri insani
AKP’nin hükümet edişinin de sözde temel gerekçelerinden olan düşünce ve ifade özgürlüğünün turnusol kağıdı olan yasaklamalar ve sonrasında evrensel kabul görmüş hukuk normlarının refleks halinde reddedilişi 2004’deki Anayasa değişikliklerinin amaç olmaktan ziyade birer araç olarak kullanıldığının bariz örneği. Bu temel hakların omurgası basın özgürlüğüne ise iktidar tarafından yapılan müdahale ve baskılar için söylenecek sözler artık çoktan demokrasi tartışmalarının çemberinden ayrıldı ve farklı bir yönetim biçimini işaret ediyor.
Ancak Anayasa Mahkemesi kararına yapılan bu son yorum safiyane bir şekilde de insanın aklına şu soruyu getiriyor:
“Siz o gün kimi kandırmıştınız?” (EA/HK)