Feminist teorinin kadınları ortaklaştıran bir yanı olduğunu düşünmüşümdür. Yani kadınlar olarak benzer tecrübelerimiz olabilir, yaşadıklarımız kesişebilir, ama biz bunları fark edip konuşmadıkça, yazmadıkça o “ortaklık” gelişmiyor. Biz farkında varmadıkça bizim için “yoktur” o ortaklık. Ben de ne zaman ki bilinçli olarak feminizmle, feminist teoriyle ilgilenir oldum, o zaman bu ortaklıkları görmeye başladım. O günden bugüne, her allahın günü karşıma çıktı, çıkıyor bu. Ve biliyorum ki bu konuda da yalnız değilim.
25 Şubat Pazartesi günü İstanbul Modern’de bir panel vardı; “Yaratıcı Özne Olarak Kadın”. Konuşmacılar siyaset bilimci-felsefeci Fatmagül Berktay, yazar Feride Çiçekoğlu ve ressam İnci Eviner’di. Kadın olmanın tecrübesinden, bugünlere dek karşılaştıklarından bahsederlerken onlar, çok uzun zamandır kendimde sorgulayıp durduğum bir şeyin açıklamasını buldum ve bir başka konuda da -yine- yalnız olmadığımı fark ettim. Aylardır, belki yıllardır kafamda evirip çevirdiğim bir şeye bir açıklama bulabilmenin verdiği ferahlıkla, coşkuyla oturdum yazmaya.
Neydi bu kafamda evirip çevirdiğim soru?
“Benim neden feminizmle ilişkilenmem bildiğim diğer örneklere benzemiyor?” idi.
Açayım: Feminist yazıları, kitapları ve bu dünya görüşünü paylaşanları “keşfetmek”, birçok kadın için son derece özgürleştirici bir deneyim oluyor. Evde, ailede gördüğü baskıyı keşfetmek, zorluklar karşısında yalnız olmadığını keşfederek güçlenmek, hayatla mücadele etme yolunda başka tecrübelerden istifade edebilmek; yani toplamda birlikte düşünerek ve paylaşarak dayanışmadan istifade etmek. Bu sayede babanın, bazen müttefik bazen baskıcı olabilen annenin, sevgilinin, eşinin, değerlerini sana empoze etmeye çalışan akrabalarının, konu komşunun, öğretmeninin, hocanın karşısına dikilebilmek ve nefes almak, yol bulmak, yoksa o yolu bizzat açmak…
Kısaca, feminizm ile tanıştıkça, zaman ilerledikçe özgürleşen, topluma karşı güç kazanan kadınlar ve hikâyeleri akışı…
Eh, benim hikâyem tam olarak böyle değil. İlk okuyuşta biraz tersineymiş gibi gelecek ama, ben içinde yaşadığım toplumun baskıcı yanlarını, sinsiliklerini, ayrımcılıklarını zamanla daha çok hissettim. Peki bir feminist olarak yaşamaya devam ederken nasıl oluyordu da bunu daha çok hissediyordum? Aslında bunu da feminizmin bana kattıkları sayesinde tam olarak idrak edebildim. Pek çok hikayede gördüğüm gibi ailemde veya evlilik hayatımda gördüğüm baskıya, ayrımcılığa karşı koymamı sağlamadı feminizm; tam aksine, ailemin beni hiç hazırlamadığı bu durumları keşfetmemi, öğrenmemi sağladı. Ve belki de bu şekilde, beni tersinden güçlendirdi. Hazırlıksız yakalanabilecekken, hazırlıklı olmayı öğretti. Günün birinde de, ailemin zerk edemediği zehri toplumun nasıl yavaş yavaş, nasıl küçük küçük dozlarda bana zerk ettiğini fark etmemi, silkinmemi sağladı. İşte son birkaç yıldır zihnimde dönen soru bu, “Ben ailemde zehirlenmediğim için mi acaba, feminist olmama rağmen, toplumun kadına ne yaptığını bilmeme rağmen, kendimi bu zehirlenmeden tam manasıyla koruyamadım? Bende nasıl ve niçin feminizm biraz tersine işledi?”
Feride Çiçekoğlu
Feride Çiçekoğlu konuşurken şunu söyledi:
“Biz orta sınıf, eğitimli ailelerden gelen kadınlar kendimizi erkeklerle eşit zannediyormuşuz. O yüzden belli bir zamana kadar kadın-erkek ayrımcılığını hiç fark etmemişiz. Çocukken her şeyi yapabilirsin gibi geliyor. Cam tavan denen şey ancak yaş ilerledikçe fark ediliyor. Gençken her şeyi fethedebilirsiniz, siz de serbestsiniz diye düşünüyorsunuz. Özellikle ayrımcı bir ailede büyümediyseniz...”
İşte bu cümleler kafamda bir ışık yaktı. Sorumun cevabının belli bir kısmını bulmuştum. Ailemde görmediğim için, uğrayabileceğim ayrımcılığın boyutlarını da kestiremiyordum. Ve yalnız değildim! Ne güzel… Böyle şaşkın kalan bir tek ben değildim demek ki. Ve tabii bir yandan ne kadar üzücü… Aramızda 40 yıl var belki ama, hâlâ aynı dertlerle uğraşıyoruz. Bakın yine nasıl da ortaya çıkıyor “ortaklıklarımız”…
Peki bu tam olarak nasıl oldu benim hayatımda? Ben feminizmle belli bir anda “tanışmadım”. Feminizmi yalayıp yutmuş bir aileye doğmadım pek tabii, ama evimizin işleyişi epey feministçeydi aslında. Pratikte gayet sosyalist ve feminist yanı güçlü, ama teorisini “bilmeyen”, yaparak öğrenmiş, tanıdığım en güçlü kadınlardan biri anneannem. Tek çocuğu annemi de kendisi gibi güçlü kılarak eğitmiş, meslek sahibi yapmış (hem de oldukça “erkek alanı” sayılan inşaat alanında yapmış) bir kadın. Annem desen, zehir gibi kafasıyla ve elbette sosyalist bir ülkede yaşamasının da yadsınamaz katkısıyla, okuduğu alanın “erkek alanı” olarak kodlanmamış oluşuyla, bu anlamda nispeten daha az toplumsal deformasyona maruz kalmış, bundan 40 sene önceki koşullarda şantiye şefliği yapmış bir kadın. Feminist teoriyi onun da çok iyi bildiğini iddia edemem, ama 5 yaşındaki kreş fotoğrafında bile duvarda 8 Mart afişleri olduğu görülüyor, temel bir sosyalist-feminist çekirdeğe sahip, çünkü büyürken yetiştiği hayatın kendisi en azından bugün ve buradaki ortamdan daha eşitlikçi imiş. Sanırım bu yüzden “feminizmle ilk şöyle tanıştım” gibi bir anım olmadığı gibi, “feminist” kelimesini dahi gayet normal bir biçimde yakama takmıştım ben.
Feminist kelimesinden korkulabileceğini veya o kelimeyi taşımaktan çekinilebileceğini hiç bilmiyordum daha. İşte bir yanım bu kadınlardan geliyor. E pek tabii, bir yandan babamın da etkilerini taşıyorum. Türkiye’deki ortalamayla pek kıyas kaldırmaz babamın babalık anlayışı; kahvaltımdan beslenme çantama hep o hazırladı (ama annem evden çok erken çıktığı içindi belki? Bu şüpheyi saklı tutalım); parka hep o götürdü, veli toplantılarıma hep o geldi ve market alışverişi hep onun göreviydi; evdeki işbölümü böyleydi. Yemek, temizlik, ütü gibi işlerde annem ağırlıktaydı ama babam onlara da fena olmayan bir oranda katılırdı. Sadece harçlık veren ve derslerimi soran uzak, soğuk bir baba figürü yoktu hayatımda, babam yaşamımın tam içindeydi.
Basit bir örnek: Babadan hijyenik ped saklanan evler olduğunu duyduğumda çok şaşırmıştım. Bizde market alışverişi babamın görevi olduğu için ben, annem ve ablamın hangi marka ve ne tür ped kullandığını bilirdi. Bunu söylediğimde arkadaşlarıma tuhaf gelirdi ama ben “O markete giderken ona söylemeyeceğiz de biz ayrıca mı gidip alacağız?” diye düşünürdüm. Sonuçta babam yetişkin olduğumu biliyordu, elbette regl olduğumu da biliyordu, bu fizyolojik olayın nesini saklayacaktım, hem ped ayıp bir şey miydi? Zaten tatile giderken üç kadın regl olmayacağımız bir aralık bulmaya çalışmıyor muyduk? Babam her şeyi biliyordu zaten.
Belki ailemle ilgili çizdiğim bu portreye bakınca niçin feminist olduğumu anlamak zor değildir. İçimde doğal bir feminist nüveyle büyüdüm. Daha lisedeyken, (hatta belki ortaokuldayken, ama onu tam hatırlayamıyorum) kendimi rahatça feminist olarak adlandırıyordum ve bunun negatif algılanan bir şey olduğundan haberdar bile değildim. Yani tabii ki feminist olacaktım, başka ne olacaktı ki!
Başka şu oldu: Ben kadınla erkeğin toplum tarafından ayrıştırılma örneklerinin ne kadar yaygın, güya eğitimli ve güya kültürlü çevrelerde bile ne kadar içselleştirilmiş olduğunu uzun süre fark edemedim. Ve toplumun yavaş ama emin adımlarla ilerleyen “değer”leri, yargıları benim için sinsi bir zehir oldu, usul usul bilinç altıma işledi ve ben bir feminist olmama rağmen bunu fark edemedim bile! Çünkü bunun için antenlerim açık değildi, buna hazırlanmamıştım. Ailede hiç kimse bana kız çocuk olduğumdan dolayı belirgin bir ayrımcılık uygulamadı.
Amacım ailemi övmek değil, elbette bu konuda kusursuz olduklarını da iddia edemem ve sonrasında bu konuda da yine halletmem gereken birçok iktidar meselesi oldu. "Ama "sen kız olduğun için şunu yapamazsın" cümlesini duymadığım gibi, kız olduğumdan dolayı herhangi bir şeyi olamayacağım, halledemeyeceğim, başaramayacağım hissini bana hiç vermedikleri için, toplumda böyle bir şeyin düşünülebileceğini hiç bilmiyordum!
Ne saflık, ne naiflik… Ben, toplumun bana böyle bakabileceğini hiç bilmeden, bu fikre karşı son derece savunmasız büyüdüm. Çünkü bana “Her şeyi başarabilirsin, ne istersen olabilirsin, yeter ki çalış” diyen bir anneannem vardı. Cam tavan neymiş, kim beni engelleyecekmiş? Haberim yoktu ki! Matematiği, geometriyi, fiziği çok seven bir annem vardı. Onlar “errrrrkek” alanları mıymış, ben ne bileyim? Babam bana çocukken satranç öğretmişti, 8 yaşındayken basketbola başlatmıştı, haftada 3 gün düzenli antrenmana gidiyordum ve bazen apartmanın bahçesinde badminton oynuyorduk. Devlet ilkokuluna giden bir çocuktum ve ailem gayet orta halliydi, ama o zamanlar olabiliyordu demek ki bunlar.
Bir şeylerin “farklı” olduğu ufak ufak belli etti kendini. Bir yaz belediyenin yaz kursuna gönderildim, galiba 10-11 yaşında olmalıydım. Kursta yüzme, basketbol, pinpon ve satranç dersleri vardı. Oğlanlar ağırlıktaydı. Benim yaşımdaki kız çocuklarına, özellikle havuzdaki yüzme dersleri esnasında, genellikle abla, anne gibi biri refakat ediyordu. Refakatçisi olmadan böyle aktivitelere yollanmayan kız çocukları vardı demek ki... Satranç dersinde “kızların iyi satranç oynayamayacağını” düşünen oğlanlarla karşılaşmıştım. Yine ilk kez. Galiba benim dışımda halihazırda bilen kız yoktu, ama gayet hızlı öğrendiler ve o oğlanların bazılarını yendiler. Sevindiğimi hatırlıyorum. Ağızlarının payını vermişlerdi onların! Basketbol oynayan kız sayısı yine azınlıktaydı. “Voleybol kızlar için en iyi spordu” niyeyse. Ama o yoktu, pinpon oynasınlardı. Oynadık tabii.
Zaman ilerledikçe, benim başkalarına, başkalarının bana tuhaf geldiği anlar keşfediyordum, o zamanlar tam olarak anlamlandıramasam da… Lisedeyiz, bir kız arkadaşım, kendisi veya annesi evde yokken babasının buzdolabında tencerede hazır bekleyen yemeği çıkarıp yemeyi beceremediğinden bahsetti. Şaşkınlıktan gözlerimin faltaşı gibi açıldığını hâlâ hatırlıyorum. Yetişkin bir erkeğin ocağı açıp üstüne tencereyi koymayı başaramayacak kadar “çocuk” olabileceği o güne dek aklıma gelmemişti! Dedelerim, eniştem, kuzenim ve hatırladığım diğer erkek akrabalarımın hepsini en azından bir kere yemek hazırlarken görmüştüm. Ancak diğerlerinin sözlerinden, o yemeği ısıtmaktan aciz erkeklerin, toplumda görülme sıklığı açısından “anormal” karşılanmadığını öğrendim o gün. Toplum normlarının dışında kaldığımı yeni yeni fark ediyordum.
Bunu fark ettiren bir diğer konuşmayı da çok net hatırlıyorum; yine lise, evlenmeden aynı evde yaşamak meselesi konuşuluyor. “Evlenmek şart değil. Evlenmeden de birlikte yaşanabilir. Ama evlenilecekse öncesinde aynı evde yaşamak şart bence, belki uyuşamayız” dediğimde bana şaşkın gözlerle bakan, “Ya o adam seni hamile bırakıp giderse?” diyen kız arkadaşlarımı hatırlıyorum. Bir dakika, erkekler böyle şeyler yaparlar mıydı? Ben olsam yapar mıydım? Yapmazdım. O halde onlar neden yapsındı? Bu kadar etik yoksunu, korkunç varlıklar mıydı erkekler? Yani tamam, beni taciz eden pislik erkekler olmuştu ama, herhalde aynı evde yaşama noktasına geleceğim bir erkek “öyle” olmazdı. Bir de feministim diye “erkek düşmanı” derler, ben belli bir yaşa kadar sahiden erkekleri melek gibi görmüşüm de haberim yokmuş! Saflık bir yandan, “eğitimli ve düzgün görünen”, “seçtiğimiz” erkeklerin de ne kadar defolu çıkabileceğini bilmiyordum, ama bir yandan da zihnim aslında olması gerektiği gibi lekesizdi, genellemiyordu.
Bu örnekleri daha epeyce uzatabilirim ama gerek yok. Ben, herhalde şöyle üniversitenin sonuna kadar, fikrini çok rahat söyleyebilen, konuşan, sesi çıkan bir kadın oldum. Ama bence bu rahatlığım, ayrıksı olmayı “göze alan” bir kadın olmamdan değildi: Çoğu zaman ayrıksı olduğumun farkında bile olmamışım. Beklenmedik yönden gelen bir ignorance is bliss halinin rahatlığını sürüyormuşum, şimdi geriye bakınca anlıyorum. Hareketlerim erkekler ve bazı kadınlar tarafından “rahat”, “umut vaat eden” hareketler olarak görülüyormuş, tasvip edilmiyormuş, bunları da hiç fark etmemişim. “İnadına” öyle yaşamıyordum yani, fark etmemenin, bilmemenin verdiği bir huzurdu o. Ve meğer benim o “eğitimli, kültürlü, orta sınıf” ailelerden gelen kızlı erkekli arkadaşlarım daha o yaşlarında ne kadar ahlaki değerle kodlanmış haldelermiş. O dönemki anlayamayışlarımın, kendimi huzursuz hissedip adını koyamayışlarımın ne olduğunu hep sonradan anladım. Çoğu zaman sırf sesim çıkıyor, konuşuyorum, kendimi ifade ediyorum diye “itici, tehlikeli, tuhaf” bulunabiliyormuşum meğer. Tabii ki bilinç düzeyinde değil, ama alttan alta. Sadece alışılmadık olduğum için, erkeklerin yine farkında olmadan iktidarlarını tehdit ettiğim için, ailelerinde alıştıkları o “paşa” kriterlerini bozduğum, onlara o rahatlığı sağlamadığım için, en basiti saçma bir şey söylediklerinde alay edebildiğim veya çok güvendikleri zekalarının tökezlediği yeri onlara gösterebildiğim için.
Tabii bu sadece erkeklerle de olmadı. Bazen de kadınlarla benzer problemi yaşadım. Yaptığımız şey “altı üstü konuşmak” dersiniz değil mi, konuşmak… Havadan sudan, okuduğun kitaptan, izlediğin filmden konuşmak. Rekabet fikriyle büyütülmüş hemcinslerimin de ne yazık ki sohbet anlarını bir rekabet zamanı olarak görebildiğini çok geç fark ettim. Bu onların hatası değildi elbette, sistem kadınları birbirine rakip oldukları fikriyle zehirleyerek ancak kendi devamını sağlayabilir zaten. Ama bunu ancak belli bir süre sonra fark edebildim. O zaman derin kalp kırıklıklarıyla anlamlandırmaya çalışıyordum neden böyle anlar yaşandığını ve buna ne gerek olduğunu. Anlamak zaman aldı. Başka koşullarda karşılaşsak çok iyi arkadaşlar olabilecekken, rekabet zehriyle ayrılmış potansiyel “sista”larmışız aslında. (O günlerde çok kalbimi kırmış olsalar da, bugün bir yerlerde birilerine sistalık ettiklerini umuyorum, bunu düşünmek hoşuma gidiyor.)
Fatmagül Berktay
Tam burada, panelde Fatmagül Berktay’ın söyledikleri devreye giriyor:
“Ben lisedeyken münazara takımındaydım, her konuda car car konuşabilen, fikrini kuvvetle savunabilen biriydim. Sonra, 70’li yılların sonunda bir gün, bir konferanstayım. Biri konuşuyor, onu dinliyorum. Üstüne söyleyeceklerim var. Elimi kaldırdım. Sesim çıkmadı. Ne söyleyeceğimi gayet iyi biliyorum, ama sesim çıkmıyor. Çok freudyen bir andı. Aile içinde, okulda hissetmediğim eşitsizliği toplumda hissetmeye başlamıştım, ama anlamlandıramamıştım. Bana ne olduğunu anlamamı sağlayan, bunun tek tek kadınların tecrübe ettiği şeyden daha büyük ve farklı bir şey olduğunu görmemi sağlayan feminist teori oldu. Sol hareket içinde yıllarca ötelene ötelene sesimi kaybetmişim. O gün fark ettim, ‘Bir dakika, ben böyle değildim, burada bir sorun var!’ dedim.”
Yine ne kadar tanıdık bir an! Ve işte sorumun ikinci cevabı. “Ben nasıl oldu da, feminist olmama rağmen, bilmeme rağmen, toplumun beni yavaş yavaş zehirlemesine karşı koyamadım?” diye debelenirken yalnız değilmişim. Sorun bende değilmiş, oluyormuş öyle, bu toplum seni yavaş yavaş kuşatıyormuş. “Sen benle aynı şeyi söylesen bile bu aynı şey olmaz. İnsanlar pençelerini çıkarırlar sen söyleyince, çünkü sen kadınsın. Adamlar da kadınlar da sesini çıkaran kadına alışkın değiller, ‘agresif’ geliyor bu onlara, farkında olmadan agresif buluyorlar yani” diyen arkadaşım ne kadar haklıymış. İnsan “farkında olmadan” agresif bulunmaktan yoruluyor, çünkü anlamlandıramadığı soğukluklarla karşılaşıyor. “Ben ona bir şey yapmadım ki, kendi fikrimi söyledim” diyerek şaşırırken “Ama yaptığım şey gayet normal bir şeydi” diye kendini avutsan da, o soğukluğu tanır hale geliyorsun. Sorun sende değil, evet, ama yoruluyorsun. Cinsiyetçi esprileri, şakaları uyarmaktan yoruluyorsun. Uyarsan, bu kez kim hoşlanıyor ki yani uyarılmaktan? Hem herkesi uyarabiliyor musun bakalım açık açık? Erkek arkadaşının babasının o hiç komik olmayan şakasına gülmeyerek, tepkisiz kalarak, “bakarak” anlamasını bekliyorsun bazen hatasını. Sonra iş hayatı var. Kendini hep ispat etmek zorunda hissediyorsun. Yanlış yapmamalısın, çok iyi bilgiyle donatmalısın kendini, eksiğin kalmamalı. Çünkü artık biliyorsun, eskisi kadar naif değilsin, senin açığınla/hatanla erkeğinki bir algılanmayacak. Sen kendi bilginden şüphelenip ağzını açamazken, yarı bilgine sahip bir erkek nasıl da güzel güzel konuşuyor. Sen hata yapmaktan korkup sessiz kalırken, o kendini parlatıyor. Söyleyemezsin de bunu, söylesen “Ağzını mı tıkadık canım, konuşsaydın” derler, biliyorsun bunu da.
Üstelik bu tarz şeyler sadece erkeklerden de gelmiyor yani. “feminist” bir kadın yazar, benimle konuşurken, telefonuyla, internetle ilgili “teknolojik” bir şey soracağı zaman kalkıp erkek olan iş arkadaşımın yanına gidip ona sorma ihtiyacı hissetmişti. Hadi buyurun! Tüm bunlar uç uca ekleniyor zamanla. Yoruluyorsun bazen. Sessizleşiyorsun. Daha az konuştuğunu, sesinin daha az çıktığını fark ediyorsun. Daha çok kabul görmek, beğenilmek istiyorsun. Çünkü çıkıntı olduğunu fark etmediğin zamanların rahatlığına sahip değilsin artık. Ve bazı şeyler daha çok canını acıtıyor. Örneğin çok modern gözüken, meslek sahibi, kültürlü bir kadın “çok kısa giyindiğinden, çok dikkat çektiğinden” bahsedebiliyor. Hiç hanım hanımcık değilsin! “Çok solcu, özgürlükçü ortamlar”da da insanları şekli şemaliyle yargılamamaktan, toplumun ne kadar şekilci olduğundan dem vurulur, ama aynı ortamlarda çiçekli elbiseler giydiğin, makyaj yaptığın için nedense teorik birçok meseleyi daha az bildiğin kanısına varılabilir. Yeterince Marx bilseydin böyle olmazdın! Hadi sakalın yok, bari kot ve kareli gömlek giyseydin, biraz “fazla” frapansın yani sen de! Bir bakmışsın, “Oraya giderken şunu giymeyeyim”, “Şimdi burada şunu söylemeyeyim”, “Aman göze batmayayım”lar başlamış. Sen farkına bile varmadan başlamış. Sen marketten “herkesin ortasında” prezervatif almaktan utanmayan kadındın, ne oldu şimdi? Ne olacak, yavaşlığın sinsiliği işte! Toplum, hiç farkında olmadan ufak ufak kendine benzetmeye başladı seni.
Peki nerede kaldı yılların feministliği?
Şurada: feminizm benim “Bir dakika, bu ben değilim. Toplum beni ele geçiriyor, herkese küçükken yaptığı ve insanların zar zor üstünden attığı şeyi, şimdi feministim diye bana olmaz sandığım anda, bana da yapıyor” dememi sağladı. Sana yapılanın farkına varıp teşhis edebiliyorsun yani. Üstelik bir de yol yordam biliyorsun; sana ne yapıldığını, karşılığında ne yapabileceğini, nasıl mücadele edebileceğini… Bir de şunu öğrendim bu süreçte, gardımı indirme lüksüm yokmuş. Olmaz sanırsan, daha çok ve daha sinsice maruz kalıyormuşsun toplumsal süreçlere. Birkaç senedir, bilinçli olarak sıyırıyorum kendimi bunlardan, yani aslında yolum feminizmin normal seyrine dahil oldu diyebiliriz artık. Bir de, yine feminist paylaşımlar sayesinde, yalnız olmadığım hissinden istifade edebiliyorum, yalnız hissetmenin o kalp sıkıştırıcı etkisi hafifliyor. Benden kaç kuşak önceden olurlarsa olsunlar- beni kadınlarla ortaklaştırmaya yarıyor feminizm. Hepsiyle her konuda kesişmiyorum tabii, ama biriyle o konuda, biriyle şu konuda benzeşiyorum. Bir panelde dinlediğim konuşmalar sayesinde, aylardır kafamda döndürüp durduğum, “Benimki neden tam bu örüntüye uymuyor?” dediğim hikâyemin de feminizmin içinde bir yola tekabül ettiğini keşfetmem veya “Nasıl olur da toplumun bana uyguladıklarını epey bir süre fark etmem?” diye kendimi hırpalamama son verip yalnız olmadığımı fark etmem, yalnızca iki saatimi vererek (tamam, bilmem kaç yıl artı iki saat ama olsun) bu soruların kafamda kaynaşıp duran cevaplarının bir anda kristalleşebilmesi, bir anda her şeyin yerine oturması inanılmaz bir kazanım değil mi?
Bir kazanımım daha var. “Sen sanki ezilen, baskı gören, aşağılanan bir kadın mısın da feministsin?” diye aklınca kimin feminist olacağını belirlemeye kalkan erkeklere hep rast geldim. “ ‘Bu feministlerin ne derdi var, neden bağırıyorlar?’ diyenlere Kant’ı hatırlatmak lazım; onun dediği gibi, tek bir insan bile aşağılandığında bütün insanlık onuru aşağılanmış olur. O yüzden tek bir kadın bile kadın olduğu için aşağılanıyorsa feministler sesini çıkarır” diyen Fatmagül Berktay gibi, ben de onlara “Dayağa, baskıya, ezilmeye karşı ses çıkarmam için illa dayak mı yemem lazım? Bana dokunmayan yılan bin mi yaşasın? Kaldı ki ben tacize uğramıyor muyum mesela? Neden feminist olmayayım?” derdim bunca yıldır, uzun uzun laf anlatırdım. Artık kısa tutmaktan hiç çekinmeden, büyük bir gönül ferahlığıyla şu cevabı da verebilirim: “Feminist olunca da toplumun baskısından kaçamıyorsun zaten, bari feminist kalayım da, fark etme, kurtulma mekanizmalarım iyice paslanmasın dedim.” (MS/HK)