Otuz üç yoksul köylünün kurşuna dizilmesi üzerine yazdığı şiirinde Ahmet Arif: “Kirvem hallarımı aynı böyle yaz / Rivayet sanırlı belki” demişti.
Rivayetler cumhuriyet tarihinde bazı kesimlere hiç aman vermedi ve onların varlığı ile yokluğu, başlarına gelenlerin doğruluğu ile yanlışlığı hep rivayet edile geldiği gibi, o rivayetlerin gerçekliği de hep muhtelif oldu. Hikaye anlatıcılarının “öldüğü” bir dünyada herkesi kendi resmi hikayesinde anonimleştiren ve giderek de bir zulüm çemberine dönen bu resmi devlet tarihinden, çocukların da kendi payına düşeni ölerek, sömürülerek ve istismar edilerek aldığı ise bazıları için hep bir rivayet olageldi.
Hakikati karartan, duyanları susturan ve görenleri körelten bu rivayetler, kalanları her zaman, kısa yaşamlarının ardından bu çocukların masumluklarının kanıtını ortaya koymaya ya da onların suçluluklarını ispata çağırdı. Oysa masumiyet, suç, devlet, adalet, yasa gibi kavramları varlığıyla bile yerle yeksan edecek, yan yana yatan ölü iki çocuk bedeninden daha güçlü ve acı ne olabilir?
Ağrı Diyadin’de emniyet güçlerinin operasyonunda 15 yaşındaki Muhammet Aydemir ve 16 yaşındaki Orhan Aslan öldürüldüler. Yanlarında çalıştıkları fırıncıya göre “gariban”, Ağrı Barosu'na göre “sivil ve savunmasız”, devlet-i âli’ye ve onun medyasına göre ise “vatan düşmanı”ydılar.
Haklarında resmi bir açıklama bile çok görülerek akıbetleri aynı rivayetlere havale edildi. Oysa hikayeleri 140 karaktere ve devletimizin hayli kalın kaplı infaz edilenler defterine sığmayacak kadar büyük olduğu gibi, birbirine bir fırın dükkanının odun deposunda hemdert, dost ve kardeş olacak kadar da yoksuldular. Çocukluklarına tanıklığımız sadece yaşlarından ve bize kalan son fotoğraflarındaki bakışlardandı, yoksa geçirdikleri hayattan ve haklarında anlatılanlardan öğrendiğimiz kadarıyla, hayatın çocukluğa ve bazı çocukların dünyasına armağan ettiği her şeyden mahrumdular.
Oralarda biraz olsun yaşamış olanlarımız bilir, bu memleketin yoksul ve eskinin gecekondu mahallelerinde doğup büyüyen çocukları aslında pek de çocukluk yaşayamazlar. Hayat orada büyüyen çocukları biraz erken olgunlaşmak ve bazı sorumlulukları çok erken yaşta sırtlanmak zorunda bırakır.
Yoksulluk nedir? Adaletsizlik nedir? Para nasıl zor kazanılır? Dert nasıl çekilir? Çok erken yaşta öğrenmek zorunda kalır oralarda çocuklar. Bütün aile hepi topu insanca bir yaşamın en asgarisini sağlamak için çalışır. En çok da çocuklar. Dramatikleştirmek için değil, olmaz ama sözle görünürleştirmek için söylüyorum. Sonra erken yaşta birileri nasıl kolayca zengin oluyor, bu memlekette siyaset nasıl işliyor öğrenir ve zenginliği ve adaleti değil de “militan”, “terörist”, “şüpheli” gibi payeleri dağıtmakta son derece cömert olan devletimizden paylarına düşeni kolayca alırlar. Hele ki devlet-i âlinin şüpheli saydığı kimliklerden birine sahiplerse. Hiç kuşku yok ki bu yoksullukla ve memleketin hakikatiyle buluşmak için bu tür kimliklere de ihtiyaçları yoktur. Devletimiz ve sermayemiz, yoksulluğu bölüştürürken diğer hizmetlerine nazaran daha “adil” davranmaya gayret eder. İşte öyle, hayat bu mahallelerde “çocukluğu” erken bir yaşta sokakla, dertle ve emekle tanıştırır.
Deneyimle sabittir: Kirayı artırmaya gelen ev sahibine, babasının çalışmadığını ve iş bulamadığını güzel güzel anlatıp “yapma teyzecim” diyen küçük Barış’ı hatırlıyorum. O mahallelerdeki tekstil atölyelerinde 15-16 saat ayakta çalışmaktan bayılıp her akşam eve abilerinin sırtta taşıyarak getirdiği 9-10 yaşında çocuklar hatırlıyorum. O fabrikalarda sırf yarım ekmeğin yanında kola veriyorlar diye akşam mesailerine kalıp, iki üç gün peş peşe sabahlayan başka çocuklar hatırlıyorum. Bodrum katlarındaki tülbent boyama atölyelerinde gündeliği fazladır deyip çalışan, ciğerleri her gün gaz dolmaktan 10’lu yaşlarda astım olan, yorgunluktan 15 dakika molalarda tezgah altlarında ve tuvalet köşelerinde uyuya kalan başka çocuklar hatırlıyorum. Köyleri yakıldığı için İstanbul’a gelip menteşe fabrikasında gece gündüz demeden çalışan, 11-12 yaşında nice kara gözlü çocuk hatırlıyorum. İş bitince birbirlerinin ellerinden saatlerce avuç içlerini deşe deşe batan demir kıymıklarını temizlerlerdi de bir kez olsun ah demezlerdi. Her şey öylesine “normal” gelirdi onlara. Moda deyişle, anlayamazsınız! Öylesine laf olsun, retorik yerini bulsun diye söylemiyorum bütün bunları. Orada değilseniz, o hayatın derdi biraz üzerinize bulaşmamışsa, yukarıda anlattığım o çocukların hikayeleri biraz da sizin hikayeniz değilse gerçekten “anlayamazsınız”.
Çocuk emeği, neoliberalizm, kapitalizm, devlet aklı, her şeye lanet olsun dersiniz ve yüreğiniz de sızlar hiç kuşkusuz, ama duyabilmek için daha fazlası gerekir. Hayatın bu hissi size bizzat öğretmesi gerekir. Çünkü o hissi öğrenmezseniz onlarla yan yana olamazsınız. Çünkü o hissi öğrenmezseniz o çocuk gönüllerde yaşanan ve tek başına taşınamayacak onca kederi hiç kimseyle paylaşamazsınız. Oysa Muhammet ve Orhan gibi çocuklar o mahallelerde birbirine çok iyi yoldaş ve dert ortağıdırlar. Değme siyasi partiyi, hareketi falan yanında halt ettirecek kadar birbirlerini iyi dinler, destek olur, işten veya okuldan çıkınca kendilerine mesken tuttukları bir yerde gökyüzüne beraber bakarken, sevdikleri şarkılar eşliğinde, vicdanını terk etmiş bu dünyanın bir gün değişeceğini hayal ederler. Çok erken yaşta düşlerine, umutlarına, korkularına ve oyunlarına, ruhlarında ve benliklerinde gizli yaralar açacak memleketin o acı hakikatleri sızar: Kibirle taçlanmış bu iktidarı ve zenginliği var eden o derin yoksulluk ve adaletsizlik. Bu yüzden “vatan, millet, Sakarya”ya değil belki, ama emek, adalet, eşitliğe erken yaşta kulak kabartırlar. Naifçe gerçekten dünyanın öyle bir gün değişeceğine, adaletsizliklerin bir gün son bulacağına, o mahallelerdeki sıkıntılarının bir sona ereceğine inanmak isterler ve inanırlar da.
Kulağa fazla romantik geliyor biliyorum, ama naif olan şeylerin gerçek olmadığını kim söylüyor ki? Sonra kaybetmeye çok erken alışırlar. Kendi arkadaşlarını, kendi sevdiklerini, kendi ailelerini kaybetmeye alışırlar. Kaybetmenin bayrağını birbirlerine teslim etmeye, ama kaybettiklerinden asla vazgeçmemeye alışırlar.
1990’larda henüz 15-16 yaşlarında iken arkadaşlarımızın top oynadığımız sokaklardan, sadece filmlerde gerçek olabilecek şekilde bir gün ansızın ortadan kaybolmasına alışmıştık. En iyi ihtimalle bir on beş gün işkence gördükten sonra salınırlardı. En kötü ihtimalle de onlardan bir daha haber alamazdık. “Suçları” ve haklarındaki rivayetler hep muhtelif kalırdı. Mahalledeki atölyede ütücülük yapan Dersim’li Düzgün’ü hiç unutmuyorum mesela. İşyerinde bir haksızlık olduğu, biri atıldığı zaman ütüyü kapatır, öyle sessizce işyerinin önüne oturmaya giderdi. Atılan kişi geri alınana kadar da ütüsünü açmazdı. Bir gün duvarlarda resmini gördük. Arkadaşlarıma akıbetini sorduğumda bugünlerde devletimizce Alevilere havale edilmeye çalışılan, “sol örgütlerden biri ile ilişkili olduğu için takip altındaymış, herhalde bir sabah gözaltına alınmış” denildi. Gerisi bilindik: “Kaybedildi… Ölümsüzdür”.
Oysa hep biliriz ki ölürler. O zamanlar karanlık bir polis otosunda, işkence odalarında, kuytu bir ormanda, şimdi de gaz kapsülüyle sokaklarda ya da bir odunlukta devlet zulmünden saklanırken. Öylece “ölürler” ve dünya yaşamaya, muktedirler kendi ceplerini doldurmaya, sermayedarlar arsızca sömürmeye, herkes kendi hayatını sürdürmeye devam eder. Kalanları biraz vicdanı ve ahlakı kalmışsa eğer, sadece “kurtulma”nın ve yaşıyor olmanın utancı kaplar. Ve onlar da altı delik ayakkabılarıyla işyerlerine yürürken, evlerinden çıkıp ekmek almaya giderken, çalıştıkları fırınların ocağını harlarken ya da haksızlıklara hayır demek için bir gün sokağa çıkarken öylece ölürler. Öldürülürler! Kendimizi hiç kandırmayalım, geriye “büyük” davalar değil, sadece ve sadece bu ülkenin kederli kadınlarından birkaç sarsıcı cümle kalır: “ah ki oğlumun emeğini eline verdiler”, “ben ona helal ekmek yedirmek için üç işte çalıştım”, “benim oğlum sadece öğrenciydi”... Ve ölümlerinin ardından, devlet, medya ve kamuoyu, evlatlarının çocukluğunu ispatlattırmak için onların ailelerini bir kez daha kürsüye çıkarır.
Eğer Okmeydanı’nda, İkitelli’de, Gazi Mahallesi’nde ya da Bağcılar, Zeytinburnu gibi İstanbul’un ya da memleketin bir başka yoksul semtinde büyümüşseniz bu hikaye size çok tanıdık gelir. Öldürenler bu ülkede öldürmekten, bu memleketin muktedirleri ceplerini doldurmak için yoksullukta yarıştırdıkları bu mahallelerin çocuklarını birbirine düşürmeye çalışmaktan, onların bir kısmını “terörist”, “vatan düşmanı” ve “bölücü” diye damgalamaktan hiç yorulmazlar. Çünkü nefret tohumlarının en küçük yaşlardan atılmaya başlandığı, önyargının, insanları kalıplara dökerek düşünmenin, medyadan okula her yerde sürekli öğretildiği memleketimde en iyi satan şeydir düşmanlaştırma. Çünkü muktedirler kendi iktidarları için ancak bu yolla üzüntü ve keder ekip, iktidar ve servet biçebileceklerini çok iyi bilirler. Aslında bunlar Deleuze’ün çok güzel ifade ettiği gibi, iktidarlarını başkalarının üzüntüleri üzerine kuran gayri-muktedirlerdir. Ve bu iktidar ve ikbal insanları, iktidarlarını da başka türlü inşa edemezler. Kendi gayri-muktedirliklerini, kolay yoldan para ve iktidar kazanma hırslarını bu memleketin çocuklarının yaşamı üzerine kurarlar.
Bu kadar basit mi? Elbet değil, ama işin özü biraz da bu. Kimliği, yaşı, üniforması, ideolojisi vs. fark etmeksizin, hepsi de acı olan ölümlerin ve cenazelerin ardından böyle şehvetle kendi iktidar ve zenginleşme projelerini konuşan bu gayri-muktedirler şebekesine ne diyebilir ki insan! Biz ne dersek diyelim, bir şey yapmadığımız müddetçe bu çocuklara kıymaktan geri durmayacakları da kesin. O halde, varsın onların zulmü, bizim derdimiz artsın!
Ne demişti alı al, moru mor olan o şair! “Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında / Her çocuğun kalbinde kendinden büyük bir çocuk vardır”.
Söylemek zor, ama aldırma Muhammet! Aldırma Orhan! Aldırma Berkin! Elbet hep “alçak sesle” konuşmayacak, hep sessizce birleşip, hep sessizce” ayrılmayacak o “büyük” çocuklar.
Elbet ki “yan yana gelip” çoğalmanın hal ve yolunu bulacağız. Elbet ki bu işler böyle gitmeyecek. Elbet ki acıları beraber duymanın, kayıpları beraber hissetmenin, yollara beraber koyulmanın ve bir toprakta birlikte olmanın dilini, halini, yolunu ve siyasetini kuracağız. Ve o elbet ki “çocuk bayramlarında”, özgürlüğün, adaletin ve eşitliğin hikayesini herkesin kılacak o günlerden size barış ve özgürlük dolu “zarfsız kuşlar” göndereceğiz. Ve elbet ki gün gelecek, o çocukların “solgun” yüzlerinden dünyayı taşıran kara gözlerine ahdimizi tutacak ve devletli rivayetleri sözsüzleştirerek “tarihi düzünden” okuyacağız. O gün gelene kadar, cümle masumluğunuz ve “suçunuz” kederimize, derdimize ve öfkemize emanet olsun! (ZY/HK)