TV haber kanallarından hangisini açsanız, izlediğiniz süre içersinde mutlaka birkaç kez cumhurbaşkanı veya başbakanı ayrı, ayrı izler, ya da ikisini birlikte veya tek, tek kerelerce görme, dinleme şansına kavuşursunuz. Bu kavuşmalar canlı yayınlarla ya da canlı yayınların sayısız tekrarlarıyla sağlanır. Sonra da sıra; cumhurbaşkanı ya da başbakanın söylediklerinin ne anlama geldiğinin farklı biçimlerle anlatımına gelir. Bu anlatımlar; hükümet sözcüsü, bakan, akademisyen, gazeteci, milletvekilleri tarafından çeşitli biçimlerde ve fakat özü değişmeyecek şekilde yapılır. Söz konusu program ya da demeçler, TV haber kanalları ve gazeteler tarafından tekrar tekrar yayınlanır. Bu tekrarlardan amaç, entropiyi sıfıra indirmek, geride anlaşılmayan, anlaşılamayan ya da değişik anlaşılan şeyler bırakmamak çabası olabilir mi, acaba?
Engin Alçora’nın birkaç ay önce yayınlanmış kitabını okurken, görüntüsü açık / sesi kapalı TV haber kanalına gözüm takılınca, yarım yüzyıl öncesinden söz eden kitabın ne kadar da günümüzü anlattığını düşündüm birden. Sonra da içimden geçen “her şey hızla değişiyor, değişemeyen tek şey siyaset mi” sorusu oldu.
Her neyse, ben yine şu iletişimde entropi meselesiyle devam edeyim.
İletişimde entropi mesajın kaynağı ile hedefi arasındaki anlam kaybının derecesine işaret ediyor (s. 32). Bir başka deyişle; reisin dediğini eğer toplum anlaması gerektiği gibi anlıyor ve algılıyorsa, ortada iletişimde bir entropi sorunundan söz etmeye gerek kalmıyor olabilir. Bunun için de simgeler ve sistemleri önemli. Oysa simge, bir şeyi kendisinden başka bir şeyle açıklayan belirtme, ifade, işaret olabilir. Aynı zamanda da simge onu kullananın yüklediği soyut bir değeri de taşır. Dolayısıyla simgeler daha çok insanların düşün dünyasıyla ilgili ve yoğun anlam taşıyan işaretlerdir. Buna karşın simgeler, maddi konularda doğrudan bilgi veren kod açıcı işaret olarak da düşünülemez (s. 29-30).
Parti önderleri, partilerin politikalarına yön verenler, siyasi partinin/hareketin simgesi sayılırlar. Hele liderin bir de karizmatik niteliği varsa, artık önderin yeri partilerin de üstündedir. Karizmatik liderlik, önderlik toplumsal gereksinimler sonucu ortaya çıkar (s. 123). Önemli olan da, işte bu ortamı yaratmak ya da yaratabilmeyi becermektir. Yoksa bazı toplumlarda böyle yapıları sürekli üreten, adı konamayan ya da adını bizim koyamadığımız mekanizmalar mı var, acaba?
Efsanelerin üç işlevi olduğu kabul edilir; anlatma ve eğlendirme / etkililik ve geçerlilik sağlama / açıklama. Güçlü efsanelerde geleneksel anılar, ünlü önderlerin başarıları, topluluğun tarihi, zaferleri, yaşadığı yıkımlar anlatılır. Ayrıca efsanelerin ‘hamasi’ olaylarla birlikte aktarılması, güncel olaylar arasındaki çelişkilerin algılanmaması ya da unutturulması içindir. Aslında efsanenin üç işlevine bir dördüncünün katılması da mümkün. Buna da yönetimi kolaylaştırmak, denebilir (s. 48-51).
Kapitalist toplumda iletişim araçlarının üç işlevi vardır; sınıflar arasındaki dengesizliği, çatışmayı gizlemek / toplumun yürürlükteki düzene bir başka seçenek aranması olanaklarını engellemek / bir kâr aracı olmak (s. 134). Kitle iletişim araçları işlevlerini yerine getirirken siyasi partiler de bundan büyük oranda yararlanır. Çünkü siyasi partilerin de kitle iletişim araçlarına ihtiyaçları vardır ve bunun için de mümkün olan en geniş oranda bu araçlardan yararlanmaya çalışır ve yararlanırlar. Hatta bu süreçte parti önderleri arsında kimi zaman çok kırıcı boyutlara varan tartışma ve atışmalar ortaya çıkar, ama önderler arasında büyük ideolojik ayrılıklara da pek fazla rastlanmaz. Çünkü Türkiye’de çok partili dönemde, toplumcu partiler dışında, neredeyse tüm partiler bir ana partiden ayrılarak oluştular (s. 457).
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) iktidarının simgesi Kemalizm 1943 programında kısaca ‘kuvvetler birliği’ ve ‘halk hakimiyeti’ kavramıyla açıklanırken, 6 ilkesi de Kemalizmin esası olarak kabul ediliyor. Buna karşılık DP’nin (Demokrat Parti) programında temel simge ‘demokrasi’ ve bunu gerçekleştirecek ‘irade’dir (s. 448). 1957 seçimleri döneminde DP dinsel simgeleri bol bol kullanır, 1950’de ‘milli irade’ ile iktidara geldiklerini savunan Adnan Menderes, 1957’de ‘Allahın izni ile iktidarda kalacakları’nı söyler (s. 463). 1950 öncesi DP propagandasına karşı CHP kamuoyunu pasifleştirmek isterken, 1950’den sonra roller değişir. DP iktidarı CHP’nin yeniden başa geçmesi halinde yoklukların, kuyrukların geri geleceğini ileri sürer. CHP önderinin intikam alacağını söyler (s. 464-465). Tüm bu propagandalar için de, yaygın biçimde kitle iletişim araçları kullanılır. Hangi kitle iletişim araçlarını dersiniz?
“1950 ve 1954 seçimlerinde muhalefet sözcülerine ayrılan kısa süreler dışında devlet radyosu tümüyle iktidar partisinin denetiminde, onun yayın organı gibi çalışır. Haberler, yorumlar, Meclis Saati gibi TBMM konuşmalarını yansıtan yayınlar hep iktidarın propagandasını sürdürür. Muhalefet partileri için bir cevap hakkı söz konusu değildir. Basın da parasal çıkarlar sağlanarak, kağıt tahsisleri çıkarılarak iktidar yanında tutulmaya çalışılır. Yine karşı çıkanlar, direnenler olursa baskılar yoğunlaşır. Dönemin ünlü gazetecilerinin birer kanaat önderi olarak propaganda değerlerinin farkında olan iktidar gazetecilerin üstüne zaman zaman baskıyı yoğunlaştırır. Demokrasinin temellerinden saydıkları basın özgürlüğünü yeniden sınırlamak için DP yönetimi yasalar çıkarır. Bir zamanlar DP’yi destekleyen gazeteciler cezaevine girerken, kimi muhalif gazeteciler DP’yi desteklemeye başlar” (s. 461).
Bu yazının üçüncü paragrafından itibaren parantez içinde bazı sayılar verdim. Bu sayılar; birini aynen, çoğunu da özü açısından alıntıladığım metinlerin kitabın hangi sayfalarında bulunduğunu gösteriyor. Herkesin de kolayca anlayabileceği gibi kitap bugünden değil, bir önceki yüz yılın ortalarındaki Türkiye’den ve de o dönemin siyasetinden söz ediyor. Kitap bir doktora tezi. Ama ne yazık ki, tez kabul edildikten yaklaşık otuz beş yıl sonra kitap olarak basılabilmiş. Ayrıca bu tezi kitaplaştırmak için özel bir çaba olmasaydı, çalışma akademiyanın tozlu raflarında kaybolup gidecek ve biz ona ulaşamayacaktık. Bu titiz çalışmaya kitap olarak ulaşmayı, redaktör Nezih Yaşar ile Sosyal Araştırmalar Vakfı’na borçluyuz. Borçluyuz çünkü bu kitap, sadece bu yazıdaki DP kısaltmalarının yerine AKP kısaltmaları konarak okunduğunda bile insana, şu dönemde yaşananların benzerleri Türkiye’de daha önce de yaşanmış mı sorusunu sorduracak ve o sorulara da yanıt verecek nitelikte bir çalışmanın ürünü.
Bu kitabın yazarı 2011 yılında kaybettiğimiz Engin Alçora. Kitabın adı Türkiye’de Siyasal Parti Propagandası (1946-1960). Kitap, SAV Yayınları tarafından Ekim 2015’de basılarak satışa sunulmuş. Okunması, üzerinde düşünülüp kavranması için oldukça geç basılmış bir kitap. Ama kitaptaki hikayenin yeni ve âdeta sesli çekilmiş filmini izlerken insanın, hiç olmazsa bu filmi doğru/iyi ve güzel anlayayım diye kitabın -tümünü olmasa bile çoğunu- kaçırmadan okunması gerekiyor.
Engin Alçora, S.B.F. Basın Yayın Yüksek Okulunda Prof. Dr. Nermin Abadan-Unat yönetim ve danışmanlığında hazırladığı doktora tezinden oluşan bu kitabında, simgeleri ve propagandayı önce kuramsal çerçeveleriyle irdeliyor.
Kitabın ikinci bölümü 1946-1960 döneminin Türkiye’de Siyasal Parti Propagandası’na ayrılırken, izleyen bölüm ise Siyasal Partilerin Propagandaları üzerine odaklanıyor. Bu bölümde, parti programlarında simgeler / hükümet programlarında simgeler ve propaganda simgesi olarak parti önderleri inceleniyor. Sonra da 1946, 1950, 1954 ve 1957 seçimlerinde parti propagandalarıyla, 27 Mayıs 1960 öncesi CHP ve DP propagandaları ele alınıyor. Ardından da Sonuç ve Değerlendirme bölümü geliyor.
Kitabın son cümlesi ise oldukça dikkat çekici ve şöyle; ‘Kılıç hakkı’na dayanarak iktidar olan CHP’ye, iktidar yolu, yine kılıç hakkıyla açılmıştı. Ancak yeni dönem, değişen sosyo-ekonomik koşulların doğrultusunda başka kurallarla, farklı simgelerle sürdürülecek bir propaganda savaşını gerektiriyordu. Yeni ekonomik, toplumsal güçlerin desteklediği yeni partiler bu savaşı sürdürecek (s. 468). (ST/HK)