Bir ülkede işkence varsa, işkence altında ölümler, siyasi muhalifleri vuran kim oldukları belli 'meçhul' tetikçiler, insanları kaçırıp kaybeden resmi sivil faşist çeteler varsa, o ülkede yaşam hakkı devletin sistematik tehdidi altındadır.
Bu eylemlerin failleri cezasız hatta soruşturma ve kovuşturmasız kalabiliyorlarsa ve korunuyorlarsa, cezasızlık da sistematiktir ve bir devlet politikasıdır. Bu olguların sistematik olarak tanımlanmasının başka ölçütleri de kasıt, süreklilik ve yaygınlıktır.
Ülkemiz ne yazıktır ki bu tanımlar kapsamında cinayetlerin sistematik olarak işlendiği ve faillerin sistematik olarak cezasız kaldığı bir ülkedir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi, bu durumların değişik evrelerde farklı gerekçelerle yaşanmış örnekleri çok fazla olan bir tarihtir.
Taammüden, kasıtlı olarak yaşam hakkı ve diğer temel hak ve özgürlükler ihlal ediliyor, bu ihlaller değişik biçim ve uygulamalarla süreklilik arzediyor ve tüm muhaliflere yönelik olarak ülke coğrafyasının her köşesinde uygulanıyor. Bu nedenle, bianet'in yazmamı istediği son yirmi yılla tanımlanmış dönemde de, cinayetler ve cezasızlık konularında çarpıcı vakalar var ve bu dönem tek başına pazulu demokrasimizin encamını anlatmaya yeter.
İşkence altında ölümler
Ancak doksanlı yıllar 12 Eylül 1980 askeri darbesinin topluma zorla dayattığı rejimin bir devamı olduğu için ve bu darbe cinayet ve cezasızlık kurumsallaşmasının temelini attığı için işkencede yaşamını yitirenlerin sayısını 1980-1995 dönemi için vermek istiyorum.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın (TİHV) İşkence Dosyası kitabındaki verilere göre bu dönem içinde 419 kişi gözaltı yerlerinde ya da cezaevlerinde, 15 kişi açlık grevlerinde, 26 kişi işkence sonrası hastalanarak toplam 460 kişi yaşamını yitirdi. Kaybedilerek ortadan kaldırılanlarla ilgili rakamları da hatırlamak gerekir.
Kayıplar
1992 yıllarında DYP [Doğru Yol Partisi]- SHP [Sosyaldemokrat Halkçı Parti] koalisyonu Demirel Hükümeti zamanında dikkat çeken ve sayısı 1993 Haziranındaki Çiller Hükümeti döneminde giderek artan esrarengiz kaybolmaların sayısı da 15 yıllık dönem için 108'dir. Aynı dönemlerde toplu mezarlara atılanların sayısı tam olarak bilinmemektedir.
İşkence altında ve cezaevindeki ölümlerle ilgili çok az sayıda dava açılmış, ancak kaybolma iddiaları soruşturulmamış ve ciddiye alınmamıştır. Cumartesi Anneleri/Cumartesi İnsanları bu nedenle yıllarca kayıp çocuklarını aramaya devam etmektedirler. Gözaltında kaybolanların ailelerinin resmi mercilere yaptığı başvurular cevapsız kalmıştır.
Cezasızlık ve yargı
TİHV 2012 yılı ekim ayı sonu itibariyle işkence gören 13 bin 419 başvuruya fiziksel ve ruhsal tedavi hizmeti vermiştir. Vakıf bu çalışmalarını yıllık İnsan Hakları Raporlarında, yıllık Tedavi Merkezleri raporunda açıklamaktadır.
Bu vakaların tümü, ayrı ayrı soruşturma ve dava konusu olması gerekirken savcılar tarfından hiçbir kovuşturmaya gidilmemiştir. Başlatılan soruşturmalar sonuçsuz kalmıştır. Suçlular hakkında dava açmak büyük çaba gerektirmektedir hatta imkansızdır.
Açılan davalar genellikle beraatla sonuçlanmaktadır. Davalar beş yıl ya da on yıl kadar sürmüş ve çoğu 'zaman aşımına' uğramıştır. Cezaların kısa süreli ve hafif olarak karara bağlanmış olanları da paraya tahvil edilmiş ya da ertelenmiştir.
Cezası kesinleşenler de gizlenmiş, kaybolmuştur. Son yıllarda yeni bir karşı hamle ile şüpheli durumdaki emniyet görevlileri mağdurlara suç atımında bulunarak karşı dava açmaya başlamışlardır.
Cezasızlık ve siyasi irade
Son yirmi yılda yargının durumu yukarıda özetle anlatmaya çalıştığım gibi. Peki İdari soruşturma va ceza nasıl işledi? Yani cinayetlerin ve cezasızlığın siyasi sorumluları olan sivil hükümetler döneminde müeyyideler uygulandı mı?
Türkiye'de siyasi bir cinayetin, gözaltında ya da cezaevinde gerçekleşen ölümlerin sorumluluğunu insani ve ahlaki olarak üstlenerek herhangi bir polisin, emniyet müdürünün kaymakamın, valinin, müsteşarın veya bir bakanın istifa ettiğine tanık olduk mu?
Onlar adına utanarak söyleyeyim, hayır!
Son yirmi yılın 1992- 2012 arası görev yapan Süleymen Demirel, Tansu Çiller, Mesut Yılmaz, Necmeddin Erbakan, Bülent Ecevit, Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan'ın başbakanlığındaki hükümet dönemleri için durum böyledir.
TİHV yayını olan İşkence Dosyası kitabına yazdığım başyazı nedeniyle yargılandığım Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) savcısı sormuştu bana; peki işkencenin ortadan kaldırılması için öneriniz nedir?
Ben de çarelerden bir tanesini önceleyerek; örneğin polisin soruşturma aşamasında yaptığı delil toplama ve ilk sorgulama yetkisinin savcılıklara verilmesi olabilir demiştim.
Aldığım cevap Türkiye gerçeğini mükemmelen anlatıyordu. Bu kez işkenceyi savcılar yapar demişti. Mahkemelerin siyasi muhalifler hakkında verdikleri kararlar gizli tanık ifadelerine ve polis fezlekelerine dayanıyor. Mahkeme kararlarını Türkiye'de polisler yazıyor dersek büyük ölçüde gerçeği ifade etmiş oluruz.
Devlet istihbaratının etkinliği
Yirmi yıllık dönemde İstihbarat Kurumları da yargıyı ve siyasi erki yönlendiren bir işlev görmüştür.
Bir örnek vaka ile bu konuyu anlatayım.
Bülent Ecevit'in Başkanlığındaki 57. Hükümet'in İçişleri Bakanına bir heyet olarak gitmiştik. Mersin'de on kadar hekim başka illere sürülmüştü. Bunlar yıllarca görev yapmış tanınan hekimlerdi. Siyaseten hiçbir birliktelikleri yoktu. Farklı dünya görüşüne sahiptiler. Ancak hepsi Kürt kökenliydi.
Sayın Bakan, Kürt oldukları için yapılan bu haksızlığı lütfen giderin, dedik. Zira kendisi daha önce İnsan Haklarından sorumlu Devlet Bakanı idi, tanışıktık ve bizi kırmaz sanmıştık. Ancak düş kırıklığıyla ayrıldık.
Önce o sıralar moda değerlerden olan Kopenhag Kriterlerine değinecekken, Bakan kırmızı bir suratla bir öfke patlaması sergiledi. Bıktık bu Kopenhag Kriterlerinden, ben bu kişilerin sürgüne gönderilmesini öneren devletin istihbarat raporlarına itibar etmek durumundayım deyiverdi.
On yılı OLağanüstü Hal (OHAL) rejimi altında geçmiş yirmi yıllık dönemde devlet sorumlu olduğu yaşam hakkına yönelik ihlalleri koğuşturmazken ve cezasız bırakırken, vurdum duymazken, sıradan yurttaşlarına suç atımında ve onları mağdur etmede pervasız ve kararlı bir anlayışa sahip oldu.
Öldürülen gazeteciler
Bu anlayışa teslim olmayan gazeteciler, Milli Güvenlik Siyaset Belgelerinde belirtilen; ''devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne'' yönelik potansiyel tehdit grupları arasında sayıldılar. Zamana göre değişen risk grupları.
Bir dönem, Komünistler, Kürtler, Ermeniler ve diğer gayri müslim gruplar, islami kesimler de böyle tanımlandı. Aynı tanımın içinde yer verilen muhalif gazeteciler yetmişli yıllardan itibaren öldürülmeye başlandı ve doksanlı yıllarda çeşitli sol gruplar ile Özgür Gündem gazetesi ailesi çok sayıda mensubunu yitirdi, büroları bombalandı.
Tetikçiler sokaklarda gazeteci avına çıktı. Basın ailesi Genelkurmay Başkanlığında brifinglerle yönlendirildi. Bu dönem aynı zamanda bir kısım muteber gazetecillerin de dönemi oldu.
Bir kısım gazeteci terörist olarak nitelenip vurulurken bir kısmı el üstünde tutuldu. Fahiş bedeller karşılığında baskıcı hükümetlerin ve rejimin borazanlığını yaptılar.
Son yirmi yıllık dönem basın ve ifade özgürlüğünün şiddetle siyasi ve yargı kurumlarının baskısıyla susturulmaya çalışıldığı bir karanlık dönemdir.
bianet'in bu alanda çalışma yapmış olmasını değerli bir girişim olarak görüyorum.
Bu alanda hafızayı tazelemek ve yaşamını yitirmiş gazetecileri saygıyla anmak hepimize düşen bir görevdir, bir borçtur.
Bana bu yazıyı yazma olanağı verdiği için bianet yönetimine teşekkür ediyorum. (YÖ/HK)
* Yavuz Önen Türkiye İnsan Hakları Vakfı kurucusu ve 1990-2009 dönemi genel başkanı
** Öldürülen Gazeteciler ve Cezasızlık dizisindeki diğer yazılar için tıklayınız.