*Görsel notu: "Uzay boşluğunda nargile içen bir dava neferi." ifadesinin DALL-E yapay zekasıyla göreselleştirilmiş halidir.
"Politika tanımım: İşlenmemiş insansılığın icrasıdır"; "Politika tanımım: İnsanlığın azımsanmayan tamamlanmasıdır"; "Politika tanımım: İyileştirilmemiş / işlenmemiş insansılığın / sıradan insanlığın tamamlanmasıdır"; "Politika tanımım: İşlenmemiş insancıllaşmanın tamamlanmasıdır"; "Politika tanımım: İşlenmemiş, insan-olmaklığın işlenmesidir." [1]
Gülhane'den Geziye yazı dizisinin 18. Yazılaması barışı, bir diğer deyişle göreli adil, sürdürülebilir, uyum içinde birlikte yaşamı, retorikte sorumluluğu birlikte yaşamı tesis etmek olan siyasetin işlemediğini savlıyordu. Bu yazıda söz konusu sav Kronikle ele alınarak temellendirilmeye çalışılacak. Kavramın içi amorflaştırılmış, eğilip bükülmüş, deyim yerindeyse çarpıtılmış halini değil de tutarlı bir biçimde varlık nedeni olan içeriği, işleviyle ele almaya çalışacağız. Kavramın içeriğiyle yaşa(n)maması, hastalıkların da ana kaynaklarından biridir. İsa Peygamber, "İlaç hastalığın olduğu yerdedir" diyor. Biz de hastalığın olduğu yere, daha doğrusu hastalığa odaklanalım.
İnsan bir anlam evrenine doğar. Alemi anlamaya, anlamlandırmaya, kendi anlam evrenine tercüme etmeye -Aristotelesçe söylersek- iştah duyar; yani anlamayı, bilmeyi arzular. Olup bitenleri tek tek algılar ama birbirleriyle ilişkilendirerek anlamlandırır. Anlamlandırması da kendi anlam dünyasına tercüme etmesidir. Görününenin çoğu zaman kendi başına, yani tekil bir örnek olmak bakımından pek anlamı yoktur. O tekil örnek, bir Anlatıda varlık kazanır. Her varlık, içindedir, ağdaki diğer öznelerle ve/veya nesnelerle ilişki içindedir. [2] İş, bu ilişkinin zamkı ise özneyi de bağlama sokan Anlatıdır. İnsan, o Anlatı içinde anlam kazanır; bağlamının öznesine dönüşür.
Anlamak, anlamlandırmak, özü gereği yaşama, tür olarak insana, kültür(ün)e içkindir. Bu içkinlik, ona politiklik de yükler. Dolayısıyla geniş anlamıyla her birimiz, insan yaşamına dahil olan her bir nesne ve/ya özne varlıksal momenti bakımından (da) politiktir.
"Bana doğruyu söyle!" yerine "Bana gerçeği söyle!" deriz. Gerçeğin dile getirilebilir bir "şey" olduğunu varsayarak hareket ederiz. O, "gerçek" olandır; olansa politiktir. Politika, işte bir bakıma o "gerçek" ya da "olan"ın "anlamlandırılma" ve/ya "servis edilme" şeklidir. Olan, ne denli örtülerek servis edilirse Hakikat ile kurulan bağ o denli kuşkulu hale gelir.
Post-truth çağında yaşadığımız savlanıyor sıkça. Yeni, öte gibi ön ya da son ekler getirilerek kimi fütursuz kavramlaştırmalara tanık oluruz. Şüphesiz bir ihtiyaçtan kaynaklanırlar. Bir şey, yani bir olgu durumunda yaşıyoruz fakat yaşadıklarımızın kavramı her zaman bizde olmuyor. Kavramlaştırmalar, doğası gereği genellikle olguyu takip eder. Olan, her zaman, her durumda kavramlaştırmanın yani anlamanın ardından gelir. Yeni adlandırmayla da o şeyi anlam evrenimize dahil ederiz. İşte tam da bu nedenle şimdide değil de mazide yaşarız. İnsanın, dil varlığı olarak insanın, belki de en trajik yazgısıdır bu: nefes aldığı anda yaşayamaması.
Post-truth, bizim Türkçeleştirmemizle Hakikatimsilik adlandırması ya da kavramlaştırması sorunludur; çünkü öncemizin -yani günümüzün öncesinde var olanın- "truth", yani "hakikat" çağı olduğunu savlar. Oysa bu savın kendisi sorunludur. Neden mi? Açıklayalım.
Hakikat, iyi - doğru - güzelin hem çimentosu hem de türevidir. Tarih, bellek, bunların türevi olan Hakikat, uzun zamandır tahrif edilmekte. Lakin tarih bilincinden yoksunluk, gündem zehirlenmesinden kaynaklı muzdariplik, türümüzle ilgili şu hakikate içkin sözü anımsatır: "İnsanın en büyük trajedilerinden biri sınırsız, sonsuz Hayatı, sonlu / sınırlı ömrüne sıkıştırarak kavramak eğiliminde olmasıdır." Zamanı kendi sınırlı ömürlerine sıkıştırarak kavramak eğiliminde olanlar, şimdinin maziye içkinliğini ihmal ederler; "post-truth" kavramlaştırmasındaki metodolojik sorunu ıskalarlar.
İnsan, tür olarak "Homo Narrans" olarak da adlandırılır, tanımlanır. Anlatı üreten, Anlatıya ihtiyaç duyan varlık olarak ilişkilenir evrenle. Kurmacalara duyulan ihtiyaç ile mitoslara, ideolojilere duyulan ihtiyaç bağlamımız özelinde özdeştir. Özdeştir çünkü göreli içsel tutarlılığı olan Anlatı sunarak türümüzün içinde nefes aldığı Yaşamı zihninde kavrayabilmesine hizmet eder.
İnsan, doğar doğmaz Anlatılarla giydirilir. Kültür hiç kuşkusuz Anlatı evreninin herhangi bir bileşenine indirgenemez. Anlatı, insan yavrusu daha doğar doğmaz kelimenin birinci ve yan anlamıyla giydirilir: kıyafet ve inançlar davranış kalıplarını belirleyen temel araçlardandır. İnsan türünün bir bireyi olan canlı varlık, yavaş yavaş bilen, kavrayan, anlayan bir özneye dönüş(türül)ür; süreç içinde insan türünün bireyi kişiye evril(til)ir. Belli bir topluluk içindeki kişinin anlaması, yaşaması, yargılaması, içine doğduğu Anlatıyla mümkün olduğu gibi her edimiyle de bu Anlatıyla simbiyotik bir ilişkiye girer.
Anlatıyı besleyen kişi toplumsallaşır; bu, murad edilen ya da öylece paketlenip pazarlanan kişileşmekten ziyade "herkesleşmek"tir. Toplumsallaşmanın, bir diğer deyişle "herkesleşme"nin olduğu yerde, "kişi" olarak kendi hayatının öznesi yerine "sürünün parçası" olarak toplumun bir nesnesi ya da istatistiksel bir "rakam"a dönüş(türül)ür. Politika, işbu dönüşüm makinesinin kazan dairesidir.
Kavram temizliğine girişmeden önce dilimize, dillere yönelip kelimenin etimolojilerine bakarak düşünmemizi sürdürelim. Politika, polisin yani kentin yönetimi anlamına gelirken siyaset, seyis kökünden gelir. Atın terbiyesi, eğitimi, ehlileştirilmesi anlamındadır. Sabır, bilgi, deneyim gerektirir. Türkçesiyle özen ister.
Olgu nasıl akışkansa, genellikle olguyu takip eden kavramlar da dinamik, canlıdır. Kavramlar da canlı. Bilincimiz anlamamızın türevi. Tam da şimdi olan nedir? Politika, elinde bulundurduğu araçlarla, organik aydınlarıyla, ideolojik aygıtlarıyla şimdiyi belirlemek telaşındadır. İşi budur. Bu gerçeğe cevap olarak da günümüz demokrasilerinin temel ilkeleri arasında saydamlık, katılımcılık anılmakta. Saydamlıktan uzaklaşıldığı ölçüde, olanlar sis bulutu içine atılmakta. Tanıkların algılayamaması için de sis, 'açıklama'larla daha da karartılmakta. Türümüz, bu belirsizliği otoriteye itaatle ikame etmek istiyor. Böylelikle otoriteye itaat için rıza üretilebiliyor.
Siyaset, politika, politik, siyasal olan, toplumsallık, kamusallık, yer yer örtüşür, kesişir, yer yer ayrışır. Dilin bölünmesi anlam dünyamızın yansısıdır bir bakıma. Avrupa-merkezci ya da Akdeniz-merkezci bakışla sıkışma deyimi, köprü metaforuyla anlam kazanır. Bizans'tan bu yana Batıl ile Doğu arasındalık, köprü ile anlamlandırılır. Doğrudur bir bakıma. Dilimizdeki temsiller üzerinden iz sürebiliriz. Dilimizde hem siyaset hem de politika işte bu köprü metaforuyla dile getirilen olgu nedeniyle var.
Siyasal olan ağaya, şefe, şıha, daha geniş bir anlamla babaya, daha da derinlerde Tanrıya delege edildiğinden, kamusal alan eleştirisi dilde yaşar, yaşatılır. Örneği "Kaltak Osmanlı" deyiminde cisimleşen kavrayışa içkin olan eleştiri ne yersiz ne de anlamsızdır:
"Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğeri kaltak Osmanlı
Ekende yok biçende yok
Yiyende ortak Osmanlı"
Dilimizdeki "ilmi diyanet" ile "ilmi siyaset" kavramları Hakikat ile bu tahrifatın müsebbiblerini imler. Siyasi retoriklerin analizleri, bağlamı, her türden değerin, bilginin, Hakikatin politik fayda devşirmek amacıyla yeniden kurulmasını gösterir. Toplumsal belleğimizde gani gani örneği olan böylesi tahrifatların belki de "Pes doğrusu, bu kadarı da olmaz!" dedirten pek çok örneği vardır. İlmi Siyaset de denen bir kavrayışa, kedere dönen coğrafyamızda anaakımlaşmış örnekleriyle bu nedenle sıkça rastlanır; en meşhuru, karikatürü de denebilecek örneği İsmet Paşa'nın 1950'li yıllarda DP'lilerce dile getirilen asker kaçağı olduğu iddiasıdır. TBMM Başkanlığı da yapmış olan Hüsamettin Cindoruk, DP'de gençlik kolları başkanlığı yaptığı dönemde, "Biz İnönü'nün, asker kaçağı olduğunu söylerdik ve de inanırlardı. Düşünebiliyor musunuz, adam hem paşa, hem Garp Cephesi komutanı, hem de asker kaçağı..." diye anlatıyor. Bu örnek, ilmi siyaset de denilen olgunun kederimize dönüşen coğrafyamızda nasıl telakki edildiğine dair pek çok ipucu vermektedir.
Kullanışlı enstrüman yasak/çılık
Siyaset, bir kurum olarak birlikte yaşamanın türevi olan sorunları görmek, ilgili sorunlara da muhatap bileşenleri gözeten türden çözümler bulmak; ancak çözümler işlediği sürece bir arada olan insan topluluğunun topluma dönüşmesinden söz edilebilir. Siyaset Kurumu da işleyen çözümler geliştirdiği ölçüde meşruiyet kazanır. Siyaset kurumunun icrasından sorumlu Yürütme, olguyla örtüşen, ihtiyaçları kamu yararına göre düzenlediği ölçüde toplumsal barış denilen birlikte yaşamın sigortası haline gelir. Aksi, gittikçe anomik bir yapının kurumlaşmasına gider; bunun kaçınılmaz sonucu da Durkheim'ın anlam dünyamıza dahil ettiği kavramla "toplumsal çözülme" olur.
Siyaset kurumu, bir otokratın kültleştirilen şahsında cisimleştirilir. Bunun sonucu ise devletle yürütmenin, yürütmeyle iktidar partisinin, partiyle şahsın, bunların sonucunda da devletle şahsın özdeşleştirilmesidir. Siyaset Kurumu günümüzde elindeki bütün araçlarla bu "ide"yi hayata geçirmekle meşgul. Sürecin bir gereği olarak gemi azıya alan Şahıs, adına "dezenformasyon" yasası dedirttiği sansür uygulamasını kanırta kanırta Meclis'ten geçirdi, deyim yerindeyse noterine dönüştürdüğü Meclis'te onaylattı. Hukukçu Kerem Altıparmak, "dezenformasyon" taşıyla birden çok kuşun vurulduğunu, özgürlükler alanının daralacağını işaret ediyor. Ana muhalefet ise yasa oylanırken "Nasıl olsa engel olamayacaktık." diye o esnada Meclis'te yer almıyor. İktidar koltuğuna sırası gelince oturacak ya da oturmayı düşünen öznelerin bu düzenlemeyle ilgili "Koltukta biz olduktan sonra işimi kolaylaştırmaz da değil!" diye iç geçirmeleri işten olmasa gerek. Ne de olsa güç, kişiden bağımsız olarak bir varlıksal momente sahip. Her kim onu eline alır ise O, artık bir başka varlıktır. Kimilerine, sıklıkla, onu düşünmek bile yeterli olur.
Adı "ulusal güvenlik," "toplumsal hassasiyetler", "dezenformasyon" vb. her ne olursa olsun yolu sansüre çıkan uygulamalar, siyaset kurumunun boğulmasıdır; siyasi olanın öldürülmesi, toplumsallığın kılcal damarlarının kesilmesidir; göreli bir sürenin ardından ölümün gerçekleşmesi sürecin doğası gereği kaçınılmazdır. Bu tutumun kendisi siyasetsizlik olarak telakki edilebilir.
Osmanlı'da sansüre ilişkin ilk resmi düzenleme 1874'te çıkarılan Matbuat Nizamnamesi (Basın Tüzüğü) ile başlar. Bu tüzükle gazete ve dergi çıkarmak izne bağlanır; hükümet, gerekli görürse basın-yayın organlarını yasal olarak kapatabilir. 2. Abdülhamit yönetimi bunu daha da ileri götürerek uygular. 1881'de Encümeni Teftiş ve Muayene'ye gazete, dergi ve kitapları yayımlanmadan önce denetleme yetkisi verilir. Böylece basılan her şeye, Hükümetçe siyasal olana uygunluk akreditasyonu verilerek izin verilir. Toplum, böylece bir simülakr içinde yaşatılmak istenir.
Geniş anlamıyla yasakçı anlayış, II. Abdühamit'in ardından İttihat ve Terakki, daha sonra da Milli Mücadeleyi yürüten ve Cumhuriyet'i kuran kadro döneminde çıkarılan Takrir-i Sükun ile devam eder; 27 Mayıs darbesinden 40 gün önce Demokrat Parti tarafından 18 Nisan 1960 Tahkikat Komisyonu kurulur. Bu nedenle örüntü Demokrat Parti döneminde de, 12 Eylül'ün Cunta Rejiminde de, AKP yönetiminde de takip edilebilir. Hangi dönemde daha iyi olduğumuz yalnızca nicelik açısından tartışılabilir, niteliği tartışma konusu değildir. Bir tür kök neden açısından Hakikat üretilememesi bu bakımdan da manidardır.
Yaslandığımız tarihsel mirasın meyvesi de denebilecek günümüz Türkiyesi açısından bu yazılama dizisi adına sorumluluğumuz, Gülhane'den Gezi'ye olup bitenlerin zemini de denebilecek örüntüleri yakalamak. Bu nedenle kimi güncel istatistiki veriler iddiamızı yoruma mahal vermeyen durulukta göstermek imkanı veriyor: Türkiye, Sınır Tanımayan Gazeteciler'in Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi'nin 2017 raporunda 180 ülkenin yer aldığı listede 155. sırada yer alıyor. Bu gösterge, Türkiye'nin mazisine bağlılığını, bir diğer deyişle o genellikle reddettiği, kimi zaman yıkmak istediği, kimi zaman yeniden yaratmak istediği halini muhafaza ettiğini gösteriyor.
İktidar, yani siyaset kurumunun icracısı anlamında İktidar, pusucu olduğu kadar gaspçıdır da. Osmanlı'ya güven olmaz deyimi ampiriktir. Kuşakların deneyiminden süzülür, sansürlense de toplumsal bellekte yaşar. Dil, canlı bir sözlük olarak alternatif de denebilecek bu belleğin lugatıdır. Toplum devlete toplumsal belleğiyle bakar, bu nedenle de güvenmez. İlişkilenmesi oportünizme varan pragmatizminden kaynaklanır.
Devletin kedere dönüşen coğrafyamızda kavramsal varlığıyla günceli arasındaki ilişki simbiyotik değildir. O, kast edilen değildir. Ne olduğu da bağlamına, ilişkilenen özneye, gruba göre değişir. Sonsuz yüzlülük, diğer bir değişle yüzsüzlük algıyı da güçleştirir, olanaksızlaştırır. Değişmeyen, her dönemde kendini yineleyen yüzlerinden biri şiddete içkinliği, güvenilmezliği, sorunları zamana yayarak kangrene dönüşmesini bekleyerek uzvun kesilmesindeki görünmez sorumluluğu, gaspçılığı, cezasızlığı, olanları karartması, iti ite kırdırması...
Hayatı domine eden siyaset kurumu, teknik bir öğe olmanın ötesindedir. Gündelik yaşamın karar vericisidir. Osmanlı'da tımar dağıtılırken, günümüzde devlet destekli (finans, geçiş, kullanma, tüketme vb. garantisi) ihale, kamu bütçesinin yer yer keyfi yer yer ideolojik biçimde saydamlıktan uzak, ulufe olarak dağıtılması...
Siyaset kurumunu var eden bireylerden örülü toplum, retorikte "Halka hizmet, Hakka hizmet" gibi, retoriktedir. Sıradan yurttaş bilir, bilir ama çaresi de yoktur. Bununla, yani kökleri çok derinlerde olan bir çeşit Leviathan ile yaşamak mecburiyetinde olduğunun bilincindedir. Dolayısıyla ona yaklaşabildiği ölçüde Hayatta kaldığının ayırdındadır. İlişkilenmesi, hatta bizzat başında olması bile Güveni tesis etmez çünkü rejim her an değişebilir; daha doğrusu rejimin rengi değişir, oysa strüktürü oradadır. Tıpkı yılan gibi derisini değiştirerek yaşamına devam eder. Güvenilmezdir. Plastiktir. Kim tutarsa elinde kalır. Biçimi değişse de göreli sürenin ardından her kim elinde tutuyorsa ona kendi rengini, dokusunu verir. Fasadı dökülür. Boyası değiştirilir. Gerekirse mantolama da yapılır. Sahibini de dişlileriyle öğüterek kendi yakıtına dönüştürür.
Benjamin ile başladık; yine onunla bitirelim: "Politikanın estetize edilmesine yönelik bütün çabalar, tek bir noktada doruğuna varır. Bu nokta, savaştır. En büyük boyutlardaki kitle hareketlerini geleneksel mülkiyet ilişkilerini değiştirmeden koruyarak belli bir hedefe yöneltmeyi, yalnızca ve yalnızca savaş sağlayabilir." [3] (MVB/SD)
[1] Kardeş, M. E. (2017). Walter Benjamin'in Politik Felsefesine Dair. M. E. Kardeş içinde, Dar Kapıdaki Mesih: Walter Benjamin ve Politik Felsefesi (s. 29-48). İstanbul: İthaki Yayınları. s.31.
[2] Latour, Bruno. Aktör Ağ Teorisi
[3] Benjamin, W. (2013). Tekniğin Olanaklarıyla Yeniden Üretilebildiği Çağda Sanat Yapıtı. W. Benjamin içinde, Pasajlar (s. 50-86). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 78.