Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında ulusalcı/Kemalist cenahın başkaldırısıyla CHP, 5-6 Eylül’de olağanüstü kurultay yapma kararı aldı. Kurultay kararını itirazcı kesimin inisiyatifine bırakmadan (belki grup olarak kurultay kararı aldıracak sayıya ulaşamayabilirlerdi de!) Kılıçdaroğlu bizzat belirledi.
Parti Sözcüsü Haluk Koç şöyle diyor: “Yapılacak kurultay sonrası CHP’de cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası yaşanan tartışmalar noktalanacak”.
CHP’de her kurultay öncesi, yapılacak kurultayla tartışmaların biteceği söylenir. Görünen o ki CHP’nin serencamında her tartışma kurultaya, her kurultay da tartışmaya yol açmakta. Son 50 yıllık sürede birkaç kurultayı saymazsak, (örneğin “Ortanın Solu” taktiğinin kabul gördüğü, İnönü’nün yerine Bülent Ecevit’in genel başkan olduğu, halkçılık popülizminin tavan yaptığı siyasi ataklar gibi) CHP, siyaseten fasit bir dairede dönüp durmakta.
Bunun iki nedeni var: CHP’deki tartışmalar siyasi ve ideolojik değil, daha çok kişiler üzerinde dönmekte. Partililerin salt kişiler üzerinde odaklanması, hizipçiliği doğurmakta. Falanın ya da filanın adamı olmak üzerine çizilen yolda ister istemez bahtı açık olanlar da, bahtı kapalı olanlar da olacaktır. Milletvekilliği, belediye başkanlığı gibi yerlere aday olmak siyasi bir uğraştan ve parti çalışmalarından çok, o falan ya da filan adamın parti yönetimindeki etkenliğine bağlı olarak belirlenmekte. Dolayısıyla kurultaylar da, siyasi tartışmalar ve izlenecek yollar üzerine değil, klikler üzerine yoğunlaşmakta. Siyasetin değil, listelerin çarpışıp yarıştığı kısır döngülerden ibaret bu kurultaylar, doğal olarak parti için bir çıkış kapısı değil, tersine yeni bir kapı kilidi oluşturmakta.
Elbette bu kişilerin/grupların bir siyasi aidiyetleri var. Atatürkçü/ulusalcı/Kemalist gibi kavramlar, CHP’nin genel geçer siyasi aidiyetini oluşturduğu için, partide bu elbiseleri giymek bir tür dokunulmazlık zırhı ve üst basamaklara tırmanma imkânı kazandırıyor. Ancak hızla değişen dünya koşulları ve toplumsal devingenlik karşısında bu kavramlar bırakın çözümü, tersine sorun oluşturmakta. Siyasette, ekonomide, sosyolojik yapılarda toplumların değişiminin geldiği noktada CHP’nin altı okunda somutlanan bu kavramlar o kadar sığ ki, çoktan asar-ı atika müzesine kaldırılması gerekiyordu.
Devlet partilerinin paradoksu!
CHP’deki fasit dairenin asıl nedenini partinin devlet kurucusu olması niteliği oluşturmakta. Ne ironidir ki, Cumhuriyetin kurucusu olmakla övünen Parti, 65 yıllık çok partili siyasi dönemde tek başına hükümet olamadı. (Üç kez koalisyon, bir kez de devşirme milletvekilleriyle kurulan hükümet dışında CHP’nin bir başarısı yok!) Yani devletin kurucusu parti, kurucusu olduğu devletin yönetiminde bulunamıyor!
Bu ne anlama gelir?
Bu durum, devleti kuran partinin kurduğu devletin geliştirdiği stratejik varyasyonları anlamamasına işarettir. Vesayet rejimi yoluyla iktidarını yürüten oligarşi, 65 yıl öncesinden bu yana CHP’yi ihtiyaç duyduğu yerde (CHP bile ve isteye destek verdi) kullandı ama bu oligarşi kendini CHP’ye kullandırmadı! Bir diğer deyişle CHP, fiiliyatta bir devlet partisi olmaktan çoktan çıktı. Devletle kesişen ideolojik ortaklıklarının siyasi pratikte CHP’ye hemen hiçbir katkısı olmadı.
Devletleşen partinin çok partili hayata geçişin tarihi olan 1946’lardan bu yana bir devleti yoktur! (Türkiye’de devletleşen ikinci parti de şimdinin AKP’sidir).
1946 tarihi bir rastlantı değildir. İkinci savaş sonrasında dünyanın yeniden şekillenmesinden Türkiye’de epeyi etkilendi.
CHP, altı ok resmi elbisesiyle ordusuz bir generale benziyor!
20. yüzyılın lacilerini ve kavramlarını üzerinden atamamış bir CHP’nin bunu başarması elbette çok zordur. Çünkü devletin kurucusu olmuş veya devletle aynileşmiş partilerin kendilerini bulundukları bu siyasi alandan çıkarmaları, neredeyse ontolojik bir sorundur. Yeni bir siyasi yapı oluşturmaları varlık nedenlerini yadsıyarak dönüşmeyi gerekli kılar ki, doğrusu bu da pek kolay değildir.
Son yıllarda dünya ve özellikle Türkiye’deki değişimler, CHP için yeni bir yapı oluşturmaya o kadar uygun koşullar sunmuştur ki, CHP devlet kurucusu psikozunun ötesinde bir ‘inat’ ve ‘körlükle’ bu paradokstan çıkamamıştır. Her ne kadar partinin devlet kurucu kimliğinin esareti, partinin dönüşümünün/yenilenmesinin önünde ciddi bir engel oluştursa da, diğer yandan parti içindeki genel geçer siyasetin kemikleşmiş savunucularının, az olsun benim olsun çıkarcılığı da, yenilenmenin önündeki bir büyük engeli oluşturmaktadır.
Yeni bir siyaset dili gerekli
CHP, kurultayla birlikte yeni bir siyasi dil oluşturma sürecine girmediği sürece, genel başkanlık da dâhil, yönetime başka isimlerin seçilmesi pek bir şey değiştirmeyecektir. Falan ya da filan kişi üzerinden tartışmalar devam edecek ve AKP iktidarının istediği bir muhalefet olarak kalacaktır.
AKP iktidarına karşı demokratik ve özgürlükçü bir dil geliştirilmeli. Özellikle Kürt sorunu konusunda demokratik bir siyaset oluşturulmalı. Kitleler karşısında ikna edici olmak için simgesel uygulamalar yerine (başörtülülere rozet takmak vb) daha farklı samimi pratikler geliştirilmeli. Kısacası yenilenme demek demokratikleşmek demektir; CHP, geçmişini sorgulayarak kendini aşmalı ve yeni bir dil geliştirmeli. Bunun dışında CHP için isterse 10 kurultay yapsın, yenilenmeden söz edilemez.
Fakat toplumsal hayatın çok yönlü gerçeklerinden biri de, CHP’nin bunları yapması halinde hemen iktidar olacağı anlamına gelmez! Bir diğer deyişle demokratikleşme, özgürlük, insan hakları gibi sorunlar, seçmenin öncelikleri/sorunları arasında değil! Tercih önceliğini Kürt sorunu, barış, ekonomik istikrar, gelenekçiliğin ağırlığı oluşturmakla birlikte, yine de bu yeni yapı AKP iktidarını zorlar, yıpratır ve uzun vadede Partiyi iktidara hazırlar. Kronik muhaliflikten ve partinin erimesinden kurtulmanın yolu, CHP’nin kendisiyle hesaplaşarak yeni bir CHP yaratılmasından geçmekte. Aslında önünde bir Selahattin Demirtaş örneği de var.
Bütün bunlar olabilme ihtimalinden çok, olması istenen özelliklerdir. Yazı bu anlamda, konu gereği de olsa epeyi bir öznellik taşımakta.
Doğrusu kurultaydan bir yenilenme istemekle birlikte, olacağını beklemiyorum. (HŞ/HK)