Film festivalleri son dönemde her zamankinden daha yoğun biçimde siyasi titreşimlere maruz kalıyor, diyebilir miyiz? Mayıs 1968'de Godard ve Truffaut'nun başını çektiği bir grup Fransız sinemacının Cannes Film Festivali'ni basıp perdelerini bilfiil indirmesi kadar radikal bir tarzda olmazsa bile, günümüzde dünyadaki siyasi çalkantıların gölgesi kırmızı halılara da düşüyor. Kimileri boykotlara ve eylemlere sahne oluyor, yöneticileri bildiriler yayınlıyor, kınama mesajları geçiyor vs. En nihayetinde eğlence sektörünün bir kolu olan büyük festivallerin kimyasına bir şeyler oldu, oluyor kısacası.
Tam da Mısır'daki kitlesel eylemlerin ilk somut meyvesini verdiği, yani Hüsnü Mübarek'in bavulunu topladığı gün başlayan ve 20 Şubat'a kadar devam eden 61'nci Berlin Film Festivali de (Berlinale) bu durumdan yeterince nasibini aldı. Herşeyden önce, jüri üyelerinden biri hapisteydi. Jafar Panahi akla ziyan bir cezaya çarptırıldığı ülkesinden çıkıp Berlin'e gelemedi belki, ama kısılmaya çalışılan sesi ve filmleri her yerdeydi. (Geçen yıl yine bugünlerde, ev hapsinde tutulduğu için bir panele konuşmacı olarak davetli olduğu Berlinale'ye gelmesi engellenmişti.)
Panahi'nin meslektaşlarına hitaben yazıp festivale yolladığı ve cuma günkü açılışta okunan mektubu, herkesin yüreğine dokunacak cümleler içeriyordu: "Bundan sonraki 20 yıl boyunca sessizliğe mahkum ediliyorum. Görmekten, düşünmekten, film yapmaktan alıkonuluyorum. Tutsaklığın ve tutsak edenlerin gerçekliğine teslim olmuş durumdayım. Bundan böyle yoksun bırakıldığım şeyleri sizin filmlerinizde bulmayı, düşlerimin onlarda tecelli etmesini umacağım."
Bergman'la Shakespeare'i buluşturan film
İşe bakın ki, festivalin yarışma bölümündeki filmler içinde açık farkla öne geçen yapıt İran'dan geliyordu; hem de ülkedeki sinemacıların kesif bir umutsuzluğa kapıldığı, seslerinin boğulmaya çalışıldığı bir dönemde... Asghar Farhadi, -şematik bir benzetme yapmak gerekirse- Bergman'ı Shakespeare ve Tolstoy'la buluşturan filmi "Nader ve Simin: Bir Ayrılık"ta (Nader and Simin, A Seperation), Tahran'da yaşayan bir çekirdek ailenin parçalanma hikayesi üzerinden insan doğasında derin kazılara girişiyor. Sonu 'karakolda biten' bir vakanın tetiklediği olaylar ve giderek soğan katmanları gibi açılan bir öykü; sonunda sınıfsal farklılıkların, özellikle orta sınıf ahlakının, kişiliklerin, cinsiyetlerin, ilkelerin, tercihlerin çatıştığı bir arena haline geliyor. İran sineması, herşeye rağmen, insan denen hayvan türüne ışık tutma konusundaki yetkinliğini kanıtlıyor bu filmle.
Basın toplantısında yönetmene gelen ilk soru Panahi'nin durumu üzerineydi; Farhadi, yakın arkadaşının gidemediği bir yere gelmenin üzüntüsünü anlattı cevap olarak. "Elly Hakkında" (About Elly) filmiyle iki yıl önce Berlin'de En İyi Yönetmen seçilen Asghar Farhadi bu sefer de ödüllendirilir, hele törende ödülü Panahi'ye adadığını ilan ederse eğer, İran yönetimi "bastırılanın geri dönüşü" sendromuyla tanışacak ve bir sinemacıyı daha susturmanın derdine düşecek demektir.
Ezilenlere ses olan belgeseller
Sesi duyulmayanlara ses olma konusunda belgeseller de önemli bir yer tutuyordu bu seneki Berlinale programında. Mika Kaurismaki'nin "Mama Africa"sı, apartheid rejimine karşı siyahların verdiği mücadeleyi Miriam Makeba'nın büyüleyici hikayesi üzerinden anlatıyor. Sanatçı Lynn H. Leeson'un kendi kişisel tarihinden yola çıkarak yaptığı ve dediğine göre yapımı 42 yıl süren "!Kadınların Sanat Devrimi: Gizli Bir Tarih" (!Women Art Revolution - A Secret History), geleneksel bir TV belgeseli formatında da olsa, sanat tarihinden ısrarla dışlanan kadınların, son 40 yıldır buna karşı verdikleri mücadeleyi özetliyor.
Belgeselden söz açılmışken, Almanya'nın yaşayan en büyük iki yönetmeninin elinden çıkan iki film, 3D sinemanın sinemasal anlatıma bir katkısı olacaksa eğer, bunun asıl belgesel alanında anlam kazanacağının ipuçlarını veriyor. Cazibesini Wim Wenders'in yönetmenlik yeteneğinden ziyade Pina Bausch'un dansçı dehasından alan "Pina", bu sayede elle tutulur bir duygusal yoğunluğa ulaşıyor. Wenders'e düşen, en önemli eserlerinden üçünü (Le Sacre du Primptemps, Cafe Müller ve Kontakthof) kapsayan bir tur dahilinde Bausch'un dünyasında yapacağımız gezintiye rehberlik etmekten ibaret.
Werner Herzog'un "Unutulmuş Düşlerin Mağarası" (Cave of Forgotten Dreams) gibi şiir kitabı tadında bir isme sahip olan belgeselinde ise, 30 bin yıl öncesinden kalma büyüleyici resimler barındıran güney Fransa'daki Chauvet mağarasının karanlığında dolaşmış kadar oluyoruz gerçekten. Hem de Herzog gibi deli dolu bir adamın eşliğinde...
Bizim büyük platonik aşkımız
İlk filmiyle yeni kuşak yönetmenler içinde kendine has bir patika açan Seyfi Teoman'ın "Bizim Büyük Çaresizliğimiz"i, Frenklerin ménage à trois dedikleri türden bir ilişkiyi konu alıyor. Platonik olmaktan öteye gidemeyen bu üçlü aşk öyküsünün odağında genç ve naif bir kız (Nihal) var, ama aslında daha çok erkek dostluğuna dair bir hikaye izliyoruz. Kıza 'abi'lik yapan iki erkeğin (Ender ve Çetin) hem birbiriyle hem de uzaklardaki iki gerçek abiyle ilişkisi, en az Nihal'in çekim alanına girip de bocalayan erkeklerin durumu kadar ilgi çekici. Dozunu kaçırsa rahatlıkla romantik bir gişe filmine dönüşebilecek böylesi bir öykü, belki bu sayede auteur sinemanın alanı içinde kalıyor. (Buraya bir 'spoiler' uyarısı eklemek isterim: İzleyen paragrafta dile getirilen görüşler, filme dair bazı detayları ele verdiği için izleme zevkinizi zedeleyebilir.)
Sinemayı sinema yapan şey, çoğu zaman küçük buluşlar, minik jestler, kısacık sihirli anlardır. "BBÇ" herkese bir yerinden dokunabilecek böylesi anlarla dolu bir film; ne ki öyle bir potansiyel taşıdıkları halde, bu özel anların filmin kanına bir türlü karışamadığı duygusuna kapıldım sık sık. Barış Bıçakçı'nın filme kaynaklık eden romanını okumadım, ama filmi izlerken yer yer, aradan bazı sayfaları koparılmış bir kitabı okuyormuş, dolayısıyla bir şeyleri kaçırıyormuş hissinden kurtulamadım. Sözgelimi "Fareler ve İnsanlar"a yapılan açık gönderme hoş olmakla birlikte, saç okşama metaforu ve Çetin karakterinin cüssesi ile sınırlı gibi geldi. Bir düş tasviri olup olmadığını kestiremediğim piknik sahnesindeki pastoral manzarayla karşılaşınca, araya başka bir kitabın sayfası mı karıştı diye endişe ettim. Öte yandan, sonradan uzağa da giden bir abinin himayesinde Ankara'da bir dönem öğrencilik yapmış biri olarak, bu kentin tarifi zor atmosferinin sinemamızdaki en güzel tasvirini izlemekten keyif aldım.
Türkiye'de gösterime girdiğinde "BBÇ"nin mümkün olduğu kadar çok kişi tarafından seyredilmesini diliyorum. O zaman, üzerine daha çok kafa yorup mesela onu yerli bir "Jules ve Jim" olmaktan alıkoyan şeyleri tartışabiliriz diye umuyorum.
Berlinale'nin resmi programında Türkiye adına yarışan Kürtçe bir kısa film de vardı. Arin İnan Arslan'ın "Pera Berbangê"si, Türkiyeli Kürtlerin son çeyrek yüzyıllık tarihini
içinde saklayan bir kapsül gücünde, ama asıl etkileyiciliğini öyküsünün sağlamlığından alıyor: Köyden göçüp şehrin kıyısında hayata tutunmaya çalışan, ekmeğini taştan değil ama soyut bir 'özgürlük' fikrinden çıkaran (kafeste tuttuğu güvercinleri para karşılığı azat ederek 'sevap' satan) ve içten içe, sıranın bir gün kendisine geleceğini uman çocukların öyküsü bu. Mekan, elbette günümüz Türkiyesi... (NS/EK)