“Bugün onlara gösterebileceğimiz şey, zaferin bir yanılsama olduğu, mücadelenin sonsuz olacağı ve mücadeleye bunun farkında olarak devam etmenin, hayat denen muazzam hediyeye hakkını vermenin tek yolu olduğu”[1]
Butler, 2012 yılında Adorno ödülü alma vesilesiyle yaptığı konuşmada “kötü bir hayatta iyi bir hayat sürmek mümkün müdür?” sorusunun izini sürer. Kimlerin yasının tutulabilirliğinden söz açar.[2] Yası tutulabilirlik ancak önemli olan hayata dair bir varsayımdır. Yasın olabilmesi için hayatın da olması gerekir. Yası tutabilirlik olmayınca hayattan başka bir şey söz konusudur. Bu da saygınlık, tanıklık olmadan sürdürülen ve kaybı yaşandığında da yası tutulmayan bir hayattır.
Kimlerin hayatının yasının tutulabilirliğine karar verenin egemenler olduğunu bilmemiz yeni bir şey değil. Butler Savaş Tertipleri’nde [3] bu konuya devam eder, şöyle der: “Hayatın yaşanabilir bir hayat olması için desteğe ve kolaylaştırıcı koşullara ihtiyaç vardır” (s.27). Yaşamın değer hakkının güvenceye alındığı ve bunun eşitlikçi bir zeminde olması talebini tartışırken halkın üzerine kurşunların yağdığı Cizre, Silopi, Nusaybin, Sur ve Silvan’da yaşananlarla birlikte nasıl tartışılabilir? Bu şiddet ortamıyla birlikte siyaset yapmanın imkânlarını yitirmeye başladığımız zamanlarda siyaseti tekrar mümkün kılmanın koşulları nelerdir?
Yemek, barınma, eğitim, sağlık, ifade özgürlüğü, güvenlik hakkından söz ederken bütün bunların kimler için olduğu sorusu oldukça anlamlı ve önemli bir sorudur. Kırılgan ve güvencesiz olanların yani belirli bir topluluğun ekonomik ve toplumsal olarak mağduriyet yaşadığı, yaralanmaya, açlığa, hastalığa, yerlerinden edilmeye, yoksulluğa, şiddete, hapsedilmeye, ölüme maruz kalabildiği politik bir duruma tekabül eden yaşam haklarının ihlal edildiği düzende sığınacakları yer neresi olabilir? Bütün bunlardan kaçarak başka bir “yer” edinmek, sığınmak mümkün müdür? Dolayısıyla Butler’ın sorusuna geri dönersek: “Ulus devlete sığınarak şiddetten korunmak, ulus devletin ustalıkla yönlendirdiği şiddete maruz kalmaktır, dolayısıyla şiddetten korunmak için ulus devlete başvurmak tam da potansiyel bir şiddeti başkasıyla değiştirmektir”[4] . Buradan hareketle, nasıl bir direnişten güç alarak siyaset geliştirilmelidir?
“Almanlar dün gece ve önceki gece durmadan bu evin üzerinde turladılar. İşte yine oradalar. Karanlıkta öylece uzanıp, ölümcül iğnesini batırmaya hazırlanan kocaman bir eşek arısının her an size doğru yaklaşan vızıltısına kulak misafiri olmak, oldukça tuhaf bir deneyim olsa gerek. Bu sesler, barışla ilgili peşi sıra gelen tüm o güzel düşüncelerden insanı alıkoyuyordu. Evet, bunlar dualar ve ilahilerin çok ötesinden gelerek, insanı barış hakkında düşünmeye mecbur bırakan türden seslerdi” [5].
Bu alıntıda Almanlar bölümü değiştirilirse şu an geçirilen süreçten hiçbir farkı yok elbette. Woolf savaş üzerine oldukça düşünmüş yazarlardandır. Nitekim II. Dünya savaşı devam ederken 1941 yılında yaşamını geride bir intihar mektubu bırakarak sonlandırır. Savaşın yaptıklarının yaşamını sonlandırması üzerine etkilerini tam olarak bilemesek de yazdıklarından savaş üzerine, savaşın masum insanlara, kadınlara ve çocuklara nasıl zarar verdiği üzerine bir hayli kafa yorduğu sonucunu çıkartabiliriz. Ona göre, tepemizde bombardıman uçakları dolaştıkça biz de gaz maskeleriyle aşağıda olmaya mahkum edildiysek özgür olmamız mümkün değildir.
Ulus devleti savunma sürecinde vatan topraklarına sahip çıkmak ve milliyetçi duygular ağırlık kazanır. Woolf’a göre, siyasette kadının sözü yoktur. Fikirleri körelten, sorumsuzluğa teşvik edenler de erkektir. Kadınların kölelikten bir an önce kurtulmalarını salık verir. Nitekim Hitler kölelikten beslenir. Egemenler kölelikten yarar sağlayarak güçlenirler. İsyan en korkulan durumdur muktedirlere göre.
Savaş kadınlar için farklı anlamlara gelir. Yaşanılan süreçte de gördüğümüz gibi savaş en çok kadınlara ve çocuklara zarar verir. Bir yandan savaşın getirdiği taciz, tecavüz, şiddet ve enkazın belirleyiciliği; bir diğer açıdan da kendilerini dahil hissetmedikleri bir süreç. İkilikleri aşındırmak ve özgürlük mücadelesine hep yeniden başlamak gerecektir kadınlar için. Onlar hiç de kendilerinin karar vermediği bir iktidar mücadelesi içinde buluverirler kendilerini ve erkekler onlar adına gelecekleri için hükmeder. Savaş bitiminde yaraları sarmak, evi toparlamak, umutları tazelemek, hep yeniden başlamak kadınların görevidir. Etel Adnan savaşın erkek ve kadınlar için başka türlü yaşandığından söz eder. Ona göre, Filistin olayları patlak verdiğinde erkekler bunlara siyasi bağlılıkları ve ideolojileri doğrultusunda Baascı, Nasırcı ya da Flanjist partilerin hangisine üye ve yakın duruyorlarsa ona göre tepki verirler. Kadınlar ise gündelik yaşam üzerine düşünmek zorundadırlar. “Bir ev havaya uçurulduğunda, erkekler ‘bir evi havaya uçurdular, ev gitti’ der. Ama bu haberi duyan bir kadın, o eve verilen emeği, evin kadınının o evde temizlikle, yemek pişirmekle, çamaşır yıkamakla geçirdiği bitmez tükenmez saatleri aklına getirir… Erkeklerden savaşa yol açan fikir uğruna savaşmaları hatta bu uğurda can vermeleri beklenirken kadınlar, yaşanan felaket için feryat eder. Bunlar neredeyse iki farklı görev gibidir”[6]. Bütün bu sürecin aktörleri erkekler gibi görünür. Oysa onların etkinliğinin doğası yalnızca zaman ve mekan (sınırlar) bağlamında değerlendirilebilir. Sınırları koyanlar da erkekler değil midir zaten? Yine Butler’a dönersek, “sınır farklılar arasında aracılık yapar, kendi ayrılığımda sana bağlı olduğum bir müzakeredir” (s.48). Sen olmadan “Ben”in hiçbir anlamının olmamasıdır. Hayatta olmamın tek nedeni senin de olmandır. Karşılıklı olarak bağımlı olmamızdır.
Birbirimize olan ihtiyacımızı idrak ettiğimizde birlikte iyi yaşamak için bir pencere açmış oluruz. Siyaset yapmanın zemininin temel ilkelerini oluşturmaya başlarız. Ortak bir dil yakalamaya çalışılıp, hikayeler baştan anlatılırken muktedirlerin, ezilenlerin, kadınların boş kategoriler olduğu kabulünden hareket etmek gerekir. Bu da tahakküm ve sömürü mekanizmasının işleme biçimi, hiyerarşik ilişkilerin, toplumsal cinsiyet, ezen-ezilen mücadelesinin nasıl ve kimler tarafından oluşturulduğunu anlatan bir tarih anlayışının yeniden kurgulanması, hafızamızı tazelemek anlamına gelir. Berger, A’dan X’e ’de sadece güçlüler için tarihin dikine bir çizgi olduğunu ve bugünleri daima o çizginin zirvesinde olduğunu söyler. Aşağıdakiler içinse tarih, ancak geriye ve ileriye bakarak cevaplanabilir bir sorudur ve bu da yeni sorular yaratır (s.126) der. Bu yaklaşım tıpkı, Walter Benjamin’in Tarih Meleği’nde olduğu gibi [7] geçmişte pek de hesaba katılmayan enkazı diriltmekle oradan bir pırıltı yakalamakla mümkündür. Gündelik yaşam pratiğini göz önünde bulundurarak, hikayelere dışarıdan bakarak, idrak ettiklerimizi unutmadan yaşanan tecrübeleri yeni baştan anlamaya çalışıp üzerine düşünerek ancak böyle bir tarihsel bakışla gerçek aktörlerin mücadele deneyimi kavranabilir. Ezilenler, güvencesizler, kırılganlar, kadınlar, görünmeyenler kendi tarihlerinin de olduğunun farkında olan özneler olarak mücadele edebilirler. (FS/EA)
[1] John Berger, A'dan X'e çev.: Aslı Biçen, Metis Yayınları, s.78.
[2] çev.: Can Semercioğlu- Başak Ertür, Duvar Dergisi, sayı: 12, Ocak-Şubat 2014, s.1-8.
[3] çev.: Şeyda Öztürk, YKY, Şubat 2015
[4] Savaş Tertipleri, s.32.
[5] Virginia Woolf, "Bombardıman Altında Barış Üzerine Düşünceler", Güvenin Ölümü, çev.: Zuhal İnal, Zeplin Yayınevi, 2014, s.290.
[6] Etel Adnan, Duvar Dergisi, sayı:4, Eylül-Ekim 2012.
[7] "Tarih Kavramı Üzerine", Pasajlar, çev.: Ahmet Cemal, YKY, 1992.