Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölüm Başkanı Prof. Dr. Çiler Dursun, Can Dündar ve Erdem Gül’e hitaben yazdığı mektupta gazeteciliği, “hakikatin kimsesi olmak işi” diye tanımlıyordu. Gazeteciliğin güçlünün; konuşulmasını, düşünülmesini istemediklerini, gücün uygulandığı kitlelere konuşulur ve düşünülür kılma işi olduğunu vurgulayan Dursun şöyle devam ediyordu: “Dilsizleştirilmeye çalışılan toplumun, dili ve sözü olarak, onun adına yasal ve yasa dışı bütün erklerin yapıp etmelerini sorguya çekme işidir.”
Gazetecilerin en önemli işidir hakikati aramak; sorup sorgulamak… Mesleğin doğasında olan bu gazetecilik pratiği, güç odaklarının çıkarlarıyla sürekli çatışma hâlinde olduğu için gazeteciler güç sahipleri tarafından sevilmez. Sevilmemek ne kelime! Adliyelerde süründürülür, meydanlarda gözaltına alınır, başına silah dayanır, tutuklanır veya yakın Türkiye tarihinde görüldüğü gibi dövülür, işkenceye uğratılır, öldürülür, “vatansız gazeteci” olur.
Tüm bunlar “ulusal çıkarlar”, “devlet sırrı”, “millî değerler” denilerek yapılır. Egemen yapıyı biraz olsun sarsacak, egemenlerin çıkarlarına veyahut geleneksel yapıya ters düşecek bir haberin, eleştirel bir yazının rejime tehdit oluşturduğu düşünülür: “Devlette süreklilik esastır” denilerek sorgulayıcılığa fırsat verilmeden statüko; ana akım medyanın haber pratiklerinde karşımıza çıkan kalıp yargılarla, klişelerle, stereotipleştirmelerle, önyargılarla ve hattâ nefret söylemleriyle devam ettirilir.
Bu yüzden hükûmetler ile holding medyası bir uyum hâlindedir genelde. Literatürde ekonomi politik diye ifadesini bulan siyasî, ticarî, sosyal çıkarlar çerçevesinde havuç-sopa ilişkisi içinde yürür işler. Bazen devletin bankalarından kredi sağlanarak yeni medya cepheleri yaratılır; bazen iş adamlarına, “havuz” oluşturularak yayın organları satın aldırılır; Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından el konulan medya kuruluşları ihale dahi edilmeden bir tanıdığa satılır; bazen de vergi cezaları kesilir, kayyumlar gönderilerek gazete ve televizyonlara el konulur.
Peki patron ile siyasî iktidar böyle bir çıkar savaşı içindeyken; patron ve siyaset kıskacında gazeteci neresindedir bu düzenin? İçinde, her yerinde…
Mesleğini yapmaya çalışırken bir anda kapının önüne konulabilir. Yaz aylarında Milliyet’te olduğu gibi toplu işten çıkarılmalara maruz kalabilir. Yandaş medyanın sürekli hedefinde olan Doğan Grubu’na; Cem Küçük gibilerin “işten çıkarılacaklar” şeklinde açıkladığı listeler aracılığı ile sopa gösterilir. Sonra Doğan Grubu bünyesindeki Radikal’in yayın yönetmeni Ezgi Başaran görevini devredebilir, Hürriyet’ten Zeynep Gürcanlı gazeteyle yollarını ayırabilir, 17 yıllık çalışanı Şükrü Küçükşahin’in küçülme gerekçesiyle işine son verilebilir. Başkanlık sistemine dahi yeşil ışık yakılabilir.
Kayyum gönderilen Bugün’de ise toplu işten çıkarmalar İstanbul ve Ankara’nın ardından İzmir’e uzanarak orada da çalışanlar işten çıkarılabilir.
İşte böyledir gazetecilerin yaşamı; ana akım medya üzerinden gidersek, gazetecilik yapmanın savaşımını verenler sansürle, “Alo Fatih hatlarıyla”, gerektiğinde patronla mücadele eder. Kimi zaman işten kovulur ki, bu bir onurdur, kimi zaman da istifaya zorlanır. İşsiz kalır.
Gazeteci diye tanımlamamızın meçhul olduğu, “sistem” ile bir derdi olmayan kimilerini ise Cumhurbaşkanı’nın uçağında, miting platformlarında görürüz. Ya da o Cumhurbaşkanı bir gazeteciyi tehdit ettiğinde biraz olsun mesleğinin onuruna sahip çıkmayanlar olarak… Egemenlere, yalnız onların istediği soruları soranlar olarak…
Gazetecilik hakikati arama ve sorgulama işiydi!
Nasıl ki, gerçeğin peşine düşmek bu mesleğin önemli bir pratiği, özü, doğası ise Çiler hocanın deyimiyle, “hakikatin kimsesi”, “dilsizleştirilmeye çalışan toplumun dili” olmaya çalışan gazetecilerin tutuklanmaları, işten atılmaları, baskıya uğramaları, yıldırmaya çalışılmaları da mesleğin zorluklarındandır.
“Mecbur kalırsan kır ama sakın satma”
Gazeteci daha yola çıkmadan evvel başına bir gün olmadık işler gelebileceğini bilir. Bunu göze alan insan gazetecidir. Çiler hoca, herhâlde bunun için o mektubunda fakültenin açılış konuşmasından örnek vererek “Asıl cesaretin, bu mesleğin bir bileşeni olarak aşılanması gerekiyordu” diyor ve ekliyordu: “Vicdanı satın alınması zor medya çalışanları olmanızı istiyoruz. Herkesin fiyatının olduğunun düşünüldüğü bir ülkede, sizin hiçbir rakama denk gelmeyen bir duruşunuz olmalı.”
Türkiye basın tarihinin önemli isimlerinden Hürriyet’in kurucusu Sedat Simavi ise genç gazetecilere çağrıda bulunmuştu: “Bu meslek yorucu bir meslektir. Ama, insan büyük bir zevkle çalışır. Kalemine daima efendi kal, uşak olmamaya gayret et. Mecbur kalırsan kır ama sakın satma.”
Gazetecilik eğitiminin verildiği okullarda anlatılagelen mesleğin değerleri ile sermaye-siyaset kıskacındaki medya arasındaki büyük tezat daha fakülte yıllarından başlıyor oysa.
Fakültedeki derslerden arta kalan zamanlarda bir yerel televizyon kanalında çalışan arkadaşlarım yandaşlık adına işlerine nasıl müdahale edildiğini; ona “IŞİD değil DAEŞ”, buna “hain” denilmesini, muhalefet liderlerinin yalnız iktidarı eleştirmedikleri sözlerinin haberde yer almasını telkin ettiklerini şaşkınlıkla anlatıyor.
Ya da fakültedeki derslerde, gazetecinin yayınlayacağı haberlerde ölçüt olarak “kamu yararı” gözetmesi gerektiği, örneğin “devlet sırrı” konusunda sırrı saklamanın devletin, milyonları ilgilendiren “sırrı” ortaya çıkarmanın ise gazetecinin görevi olduğunun; “ulusal çıkar” gibi konularda gazetecinin her zaman “barış”tan yana tavır alması gerektiğinin üzerinde durulurken; basın özgürlüğünden bahsedilirken…
İşin içine patronun ve siyasetçinin çıkarının girmesine ne hacet! Üniversitede öğrenci uygulama gazetesi, iktidar partisinden siyasetçi olmaya heveslenen bir rektör yardımcısı tarafından üstelik bahsi geçen haberlerin türü siyasî olmamasına rağmen işgüzarlıkla sansürlenebiliyor.
Biz gazeteciler daha mesleğe tam anlamıyla girmeden yaşıyoruz baskıyı, sansürü; mesleğimizin değerlerinden, haberciliğin Türkiye Gazetecilik Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nde “Gazeteci; başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur” şeklinde ifadesini bulan en önemli ilkesinden ödün vermemizi istiyorlar.
İşten çıkarılan gazetecileri konu alan “Persona Non-Grata” belgeselinin kitabını yayınlayan Tuluhan Tekelioğlu, geçenlerde bir röportajında “İletişim fakülteleri kapanmalı bence çünkü sektör bitti” derken de, “Bu sektöre insan yetiştiren iletişim fakültelerinde şu an en zor durumda olanlar öğrenciler” derken de haklıydı.
Ben de bir gazetecilik öğrencisi olduğum ve diğer iletişim fakültelerinden birçok arkadaşımla dertleşmelerimizden biliyorum ki, “tek sesli” yapıya dönüştürmede epeyi yol alınan medyada umut her geçen gün biraz daha azalıyor.
Onlarca gazetecinin (30 gazeteci - bianet) tutuklu olduğu, sansürün “orada var burada da” denilerek normalleştirilmeye çalışıldığı, baskının arttığı, işten çıkarmaların hat safhaya çıktığı bir dönemde mesleği yapabilmenin yolları gittikçe ortadan kalkıyor.
Daha önce ordunun çevresinde “emret komutanım” çekenler “gazeteci” idi, şimdi Saray’ın etrafında fır dönenler “gazeteci.” Gazeteciler ise “vatan haini.” (SE/HK)