Meşrutiyet döneminde Kadınlar Dünyası, Kadın, Mehasin, Demet, Şüküfezar, Hanımlara Mahsus Gazete gibi çeşitli kadın dergileri çıktı.
Siyasi geleneğimizdeki çatışmaların en kadimidir Doğu ve Batı karşıtlığı... Bir o kadar da en müzmini... Kimi kaynaklara göre Lale Devri'ne, kimi kaynaklara göre III.Selim ve II. Mahmud'un getirdiği yeniliklere, kimine göre ise Tanzimat devrine kadar uzanır bu karşıtlığın kökeni.
Batı'nın nerede başlayıp nerede bittiğinin, Doğu'nun kime göre doğu olduğunun bilinmediği bir devirde, gelenek ile modern olanın, eski ile yeninin savaşıdır aynı zamanda bu. Bugün dahi siyasi hareketlerin temelini kazıp bakarsanız, orada derinlerde bir yerde bu savaşın bir tarafında durma, yeniliği/geleneği sahiplenme arzusunun saklı olduğunu görürsünüz.
Osmanlı'da ilk yenilik arayışları orduda başlar. Orduda ıslahat yapıldığında, Batı'nın nizamı aynen alındığında, ordu baştan aşağı Batının "yeni" silahlarıyla ve giysileriyle donatıldığında, eski güce kavuşulacağına inanılır. Zira en hummalı yenilgilerin alındığı dönemlere rast gelmesi tesadüfi değildir Osmanlı'da filizlenen ilk yenilik arayışlarının.
Uzun zaman boyunca yapılan yeniliklerin temelinde eski şaşaalı günlere dönme çabası, savaşlarda yeniden başarı gösterme arzusu vardır. Bu sebeple getirilen yenilikler hep havai, hep geçici, toplumun genlerine işlemiş değerlerle hesaplaşmadan öne sürülen ıslahatlar hep tepeden inmedir.
İlk ciddi hesaplaşma II. Meşrutiyet'le başlar
Modernleşme tarihimizde Tanzimat bir milat gibi görünse de, -Ali Paşa, Fuat Paşa gibi Tanzimat büyüklerinin hakkını yemeyelim ama- aslında toplum yapısı ve onu kuşatan değer yargılarıyla ilk ciddi hesaplaşma II. Meşrutiyet'le* başlar.
II. Abdülhamid döneminde memleketin refahı için birkaç reform yapılmış olsa da, padişah milleti, topyekûn değiştirecek fikirlerden, radikal dönüşümlerden fersah fersah uzakta bir hayata mahkum eder.
Tanzimat'tan beri süregelen değişim rüzgarına karşı memleketin kapılarını sımsıkı örter, buna başkaldıran aydınları sürgüne gönderir. İstibdadını baki kılabilmek için, milleti karanlıklarda bırakmakta bir beis görmez. Ne var ki, Victor Hugo'nun dediği gibi, "Zamanı gelen bir fikrin karşısına dikilmeye hiçbir ordunun gücü yetmez". Nitekim Sultan Abdülhamid ne kadar çabalasa da, eninde sonunda bu, Osmanlı için de öyle olur.
Makedonya'da başlayıp Dersaadet'e doğru dalga dalga yayılan isyanla birlikte istibdat son bulur. Meşrutiyet zevatı, daha sonra her ne kadar Sultan Abdülhamid'i aratmayacak siyasi tavırlar içine girmişlerse de, Osmanlı toplumunu değiştirecek fikir birikimi en çok bu dönemde oluşur. Elbette bu dönemin mağdurları da çoktur. Ne var ki, son tahlilde, Meşrutiyet, günahıyla sevabıyla, yanlışıyla doğrusuyla Cumhuriyet'in siyasi kadroları için bir emsal, Cumhuriyet inkılapları için bir mutfak olur.
En gelenekçisinden, en yenilikçisine...
Ezelden beri kamusal alanın sınırları siyaset bilimcilerinin görüş birliğine varamadığı bir husustur. Ne vakit bir ülkedeki iktidar aileyi esas alan düzenlemeler yapacak olsa, bazı siyaset bilimciler devletin aileyi denetim altında tutmasına, ailenin özel alana mahsus bir birim olduğu gerekçesiyle karşı çıkarlar. Ancak ne kadar karşı çıkılırsa çıkılsın, her daim aile, toplum mühendisliğine soyunan siyasi hareketlerin hedefindeki ilk müessese olur. Ve kadın... En gelenekçisinden, en yenilikçisine kadar her siyasi hareket önce kadın meselesine el atmakla başlar toplumu değiştirip dönüştürmeye. Kadınların kılık kıyafetinden tutun, hukuki haklarına, yaşam tarzları ve kamusal alandaki varoluş sınırlarına kadar birtakım kıstaslar belirler, değişiklikler yaparlar.
Nitekim Meşrutiyet'te de, Cumhuriyet'te de böyle olur. 19. yüzyılın sonlarında çeşitli basın yayın organlarında kadın hakları üzerine yayımlanan yazıların sağladığı fikir birikimini arkasına alan Meşrutiyet'te, ama bilhassa Cumhuriyet'in ilk senelerinde kadınların kılık kıyafetleri, aldıkları eğitim, sahip oldukları hak ve özgürlükler, toplum içindeki yükümlülükleri devlet tarafından denetim altına alınarak birtakım değişikliklere uğrar. Bu dönemde toplumun eğitilmesinin öncelikle kadının eğitilmesiyle, toplumun değişmesinin kadının değişimiyle mümkün olacağı görüşü hakimdir. Dolayısıyla kadın meselesi toplumu ihya etmek için gereken bir araç, kadınların eğitim görmesi ise "vatana yararlı" nesiller yetiştirmek ve "sağlıklı bir aile yapısı" inşa etmek için şarttır.
Taviz vermeyen bir devletçilik anlayışıyla hem Dünya Savaşı'nın bıraktığı yaraların sarıldığı, hem de yeni bir toplumun yaratıldığı bu dönemde bireyden ziyade cemiyetin ihyası gözetilir. Buna karşın yine bu dönemde kadınlar daha önce sahip olmadıkları hak ve özgürlüklere kavuşurlar.**
Ve vatandaşların kimlik bunalımı
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçerken, modernleşme projesi bağlamında başta kadın meselesi olmak üzere yapılan inkılaplar ve ıslahatlar elbette birtakım yaralar açar, travmalar da yaratır toplumda. Kendini "muhafazakar" olarak tanımlayan, kadının kamusal alanda var olmasını istemeyen geniş bir kadro, yapılan yeniliklere tepki gösterir.
Üstelik Meşrutiyet'te ve Cumhuriyet'te, laik hareketlerin artması ve kamusal alanda dinin kutsallaştırılmasının gitgide azalması, bu kadro üzerindeki yarayı derinleştirir. Dine referans yapılmadan yürütülen siyasi hareketle birlikte uğruna fedakarlık yapacağı kutsal bir şiar bulamayan vatandaşlar kimlik bunalımına girerler.
Dinin toplum hayatındaki rolünün gitgide azalmasından hoşnutsuz olan bir hizbin yanı sıra, bir de Dünya Savaşı ertesinde bunalıma düşen bir nesil vardır. Dünya Savaşı'yla birlikte yıkılmaz denen imparatorlukların dahi yıkıldığını, nice ocağın söndüğünü, kocası cephedeyken geçim derdine düşen kadının fuhuş yapmak zorunda kaldığını, birileri cephede can verirken başkalarının karaborsacılıktan servet kazandığını, inandığı bütün ahlaki ve insani değerlerin çöküntüye uğradığını, savaşla birlikte dünyanın iyice çivisinin çıktığını gören genç nesil hayata olan inancını yitirir. İntihar vakaları hiç olmadığı kadar sık görülür.
Cumhuriyet uzun bir zaman hem yaptığı inkılaplar karşısında direnç gösteren hiziple, hem de Dünya Savaşı'nın toplum üzerindeki travmalarını gidermekle meşgul olur.
Erkeğin tamamlayıcısı olarak algılamak
Usta araştırmacı ve değerli akademisyen Zafer Toprak'ın geçtiğimiz günlerde Doğan Yayıncılık'tan Türkiye'de Yeni Hayat isimli kitabı çıktı. Kitap, 1908 ve 1928 yılları arasını baz alarak, Osmanlı'nın modernleşme ile imtihanının sosyal boyuttaki bütün bu yankılarını inceliyor.
19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e uzanan süreçte, kadın meselesini, yeni "ideal" aile ve toplum düzeni için yapılan reformları, Dünya Savaşı sonrasında nüfus artışı için yürütülen nüfus politikalarını, Osmanlı'daki feminizm hareketlerini ve buna karşı halktan gelen karşı tepkileri, Dünya Savaşı'nın sosyoekonomik etkilerini ve yarattığı travmaları yalın bir dille anlatıyor.
Toprak'ın kitabı, Osmanlı'dan Cumhuriyet'e tevarüs eden seküler kimlik inşasının sosyolojik etkilerini öğrenmek ve söz konusu yıllar arasındaki toplumsal hayatı yakından incelemek için bir referans kaynak niteliğinde. Ama kitabı okuduktan sonra dikkate değer başka bir şey daha var ki, o da, en gelenekçisinden en modernizm yanlısına, en ateşli Osmanlı mirasçısından en katı Cumhuriyet taraftarına kadar erkeklerden ibaret bir kadronun o dönem kadını, erkeğin tamamlayıcısı, fedakar anne ve vatana millete faydalı bir birey olarak konumlandırmaları, kadına "verilen" özgürlükleri bile ilkesel değil taktiksel olarak algılamalarıdır.
Gerçi şimdilerde siyasi odakların kadın meselesini ele alış, kadın özgürlüklerini algılayış biçimlerine bakınca, o günden bugüne çok da fazla bir şeyin değişmediğini görüyorum. Kadın meselesi hala siyasi ağızlarda eskimiş bir sakız, oy için mutat bir araç... İsimler, dönemler, partiler değişse de, siyaset ne yazık ki hep ataerkil. (MK/PT)
*Her ne kadar resmi tarihte 1908'deki meşrutiyetin 1876 ile ilan edilenin devamı olduğuyla ilgili kalıplaşmış bir söylem varsa da, bu pek doğru değildir. II. Meşrutiyet, ilkinden farklı bir siyasi hareket, gerçek bir devrimdir.
**Cumhuriyet dönemindeki kadına yönelik düzenlemeler Meşrutiyet'e nispeten bir hayli radikaldir.