Sivriada, benim masal kahramanım.
İstanbul’un Marmara Denizi’ne kıyısı olan her semtine göz kırpan, şehrin keşmekeşinde bunalanların hayallerine, zihinsel kaçışlarına sığınak olan sularla çevrili minik Kafdağı.
Issızdır. Diğer Prens Adalarının tersine üzerinde ne bir ev ne de ikamet eden bir kimse vardır. Masalsılığı da ıssızlığındadır, insansızlığındadır.
Alımlıdır. Berrak havalarda küçük ama zarif tepesi tüm yalınlığı ve güzelliğiyle açığa çıkar. Yine de denizi örten hafiften bir sis bulutu ona çok daha fazla yakışır. Böylesi sisli günlerde gövdesinin alt tarafı pusun içinde kaybolsa da sırtında kepeneği, vakur bir çobanı andıran duruşuyla İstanbullulara doğanın bir parçası olduklarını hatırlatır.
Çekicidir. Öyle ha deyince gidilemediğinden görüldüğü halde kolayca ulaşılamadığından kavuşulamayan bir sevgili gibidir.
Yaralıdır, ne zaman insan eli değse canı çok yanmıştır, yaralanmıştır: 1910 yılında İstanbul hayatının olmazsa olmaz bir parçası olan köpekler sokaklardan toplanıp gemilere yüklenerek burada ölüme terkedilmiştir. Yetmemiş sivriliğinin neredeyse yarısı insan marifetiyle törpülenmiştir. İstanbul’un mendireklerinin ve limanlarının yapımında çoğunlukla bağrından dinamitlerle kopartılan kayalar kullanılmıştır.
Güvenlidir. Sayısız canlı için “güvende olmanın” cisimleşmiş halidir. Kuş uçar, balık yüzer, gemi geçmez bu ada martılar için bir üreme yeri, çeşit çeşit kuşlar, börtü böcek, Marmara bölgesi bitki örtüsünün bazı türleri için doğal bir sığınaktır. Denizin içinde kalan etekleri ise iskorpit, kalkan, pisi dâhil nice balığa yuvalık yapar.
Gizemlidir. Yüzünüzü İstanbul’un neresinden denize dönerseniz dönün gündüz güneş gece ay gibi karşınızda durur. Bazen bir çocuk utangaçlığıyla diğer adalardan birinin arkasına saklansa da bilirsiniz ki oradadır. Varlığıyla size, yaşama dair hep umut verir.
Duydum ki Sivriada’ya İstanbul’un her yanından görülecek bir heykel yapılacakmış. İnsanın doğa karşısındaki acımasızlığının sınırsızlığını gösteren bir projenin sıradan bir şeymiş gibi konuşulması ne kadar da endişe verici.
Öğrendim ki yüzyıllardır Boğaz’ın beş ila yedi mil hızındaki akıntılarının önüne kendini siper etmiş, nice depremde dimdik ayakta kalmış, su altında ve üstünde bilinen bilinmeyen sayısız canlıya kucak açmış Sivriada, birilerinin iktidarının nişanesi olarak bir reklam panosuna dönüşüp, büyük olanın güzel olacağına inanan bir anlayışın devasa heykelinin kaidesi olacakmış. Tüyler ürpertici.
Okudum ki Sivriada’nın katli için yasal zemin hazırlanmış: 2013 Nisan ayında Sivriada komşusu Yassıada gibi kıyı kanunu hükmüne ve diğer kısıtlamalara tabii olmaksızın imar ve inşaat yapılabileceği ilan edilmiş. Köpek kırımı suçuna Ada’yı ortak etmek, taşını toprağını söküp çalmak yetmemiş olacak ki rant uğruna onu külliyen yok etmenin planları yapılıyor. Dört tarafı sularla çevrili bir avuç toprak parçası, nice iktidar ve sermaye sahibinin tabii bir de buradan nemalanacakların iştahını kabartıyor. Bu nasıl bir aç gözlülük, çok yazık.
Bugün de masal kahramanımın yanına gitmezsem, dayanışma içinde olmazsam ne zaman olacağım?
13 Temmuz 2013 yılının Cumartesi günü Heybeliada’dan, birkaç arkadaşımla birlikte kiraladığımız küçük bir balıkçı teknesiyle düşlerimin adası Sivriada’ya doğru yola çıkıyoruz. Boğazın tam da rotamız doğrultusunda patlayan akıntısı bizi uzaklara savurmasın diye yönümüzü Burgazada ve Kınalıada arasına çeviriyoruz. Aynı zamanda balıkçı olan kaptanımız yol boyunca Marmara Denizindeki balıkları, yıllar önce tuttukları 330 kilo ağırlığındaki orkinosu, Sivriada kıyılarında yakaladığı irice kalkanları ve yanlış politikalar yüzünden Marmara’daki balıkların nasıl hızla tükendiğini anlatıyor. Deniz, dalga, iyot kokusu, balık, balıkçılık, rüzgar derken Yassıada’nın biraz açığından geçip Sivriada’ya dümen tutuyoruz. Adanın giriş kapısı sayılan limanın hemen solundaki yamaçta Bizans döneminden kalma bir manastırın kalıntıları bizi karşılıyor. Kıyıya yanaşıp motoru durdurduğumuzda adanın sessizliğine gömülüyoruz.
Yiyeceklerimizi, eşyalarımızı tekneden indirip sabırsızlıkla etrafı kolaçan etmeye başlıyoruz. Manastır kalıntılarının önündeki ağaçlık alanın ortasında kim bilir kimlerin, hangi canlıların, ağaçların, bitkilerin, kuşların, böceklerin suyundan içtiği yüzlerce yıllık bir sarnıç halen kullanılabilir şekilde duruyor. Bir patikanın peşi sıra ilerlerken çirkinlik abidesi yıkık dökük bir beton yapı önümüzde beliriyor. Oyalanmadan geçiyoruz. Doğal bitki örtüsünün içinde sağda solda tek tük de olsa insan eliyle dikildiği belli olan dut, incir, iğde, zakkum gibi ağaçlar ve çiçekler var. Yol boyunca yeni yeni kararıp olgunlaşmaya başlamış böğürtlenlerin tadına bakıyoruz. Patika birkaç yüz metre sonra denizle kucaklaşıp sona eriyor. Bu yüzden geri dönüp Ada’yı ortadan bölen bir başka patikayı takip ediyoruz. Yol bizi Ada’nın arka tarafına çıkarıyor. Karşımızda minicik bir çakıllık ve berrak bir deniz uzanıyor. Sanki görünmeyen bir dehlizden Ege’nin güzel koylarından birine gelmiş gibiyiz. Üzerimizde martılar dört dönüyor, muhtemelen yavrularına zarar verebileceğimizin kaygısını taşıyorlar. Martılara bakarken dibinde dikildiğim tepenin üzerindeki taştan konak gibi bir yapı dikkatimi çekiyor. Yol boyunca karşılaştığımız, insan eliyle yapılmış eski duvarların, surların neredeyse hepsinin etrafında defineciler tarafından kazıldığı çok belli olan çukurlar, oyuklar var. Görünen o ki ellerinde define haritaları kısa yoldan köşeyi dönme hayali peşindeki birçok insan Ada’yı delik deşik etmiş.
Turumuzu tamamlayıp ağaçların gölgesinde soluklanmaya çekildiğimizde İDO’nun Martı 34 isimli hızlı teknesi limana girip babalara palamar bağlıyor. Kıyıya ellerinde projeler, ütülü gömlekleri ve kumaş pantolonlarıyla on civarında erkek ile iş kıyafetleri içindeki türbanlı ve türbansız birkaç kadın iniyor. Çevreleriyle hiç ilgilenmeden, birkaç dakika önce yürüdüğümüz patikaya haritasındaki hazine yolunu bulmuş bir defineci telaşıyla giriyorlar. Belli ki iş için gelmişler, ağaçlar, bitkiler, martılar, kıyıya vuran dalgaların sesi, insana yaşama sevinci veren rüzgârın okşayışları ve temiz hava ilgilerini çekmiyor. Ne yaparsan yap yolu buraya düşmeyecek bu grubun varlığını anlamlandıramıyoruz, tedirgin oluyoruz. Kim olabilirler? Ancak Ada’yla ilgili imar yasasında yapılan değişiklikleri, buraların yapılaşmaya açılması konusunda oynanan oyunları ve atılan adımları birleştirince gelenlerin aslında Sivriada’nın idam fermanını taşıyan mimar, mühendis veya bilirkişilerden oluşan bir akıncı grubu olduğu sonucunu çıkarıyoruz. Biz onların neci olduğunu anlayana kadar onlar çoktan keşiflerini bitirip demir alıyorlar. Üç arkadaş korudan fırlayıp önlerine çıkmak için limanın kıyısına koşuyoruz. Tekne tam önümüzden geçerken arkadaşım bağırıyor: “Gezi’yi unutmayın, buranın, ağaçların, börtü böceğin, balıkların sahibi var. Buraları talan etmenize izin vermeyeceğiz.” Sesi rüzgara, rüzgarla birlikte teknenin motorunun uğultusuna karışıyor. Diğer arkadaşım da sesini duyurmak için bağırarak soruyor: “Anladınız mı?” Herhangi bir cevap vermiyorlar, ancak teknenin arka güvertesinde yaşanan şaşkınlık, bizi fotoğraflarını çekerken gören bazılarının hızlıca kamaraya kaçması, teknenin hız arttırarak önce Yassıada doğrultusunda gidip ardından da İstanbul’a tornistan yapması söylediklerimizi çok iyi anladıklarını gösteriyor.
Büyük bir heyecan ve merakla ilk kez geldiğim Sivriada’da, hiç ummadığım bir anda sevgili ada’mı tahrip edeceklerin temsilcileriyle karşılaşmanın şaşkınlığıyla benim ise dilim tutuluyor. Oysa onlara kelimelerin üzerine basa basa “Doğayı satamazsınız, kiralayamazsınız,” demeyi isterdim. Kuşun ötüşü, dalganın sesi, rüzgârın uğultusu, ağacın gölgesi nasıl satılabilir nasıl kiralanabilir ki? Tüm bunlar doğayı oluşturanların ortak değeridir, sadece paylaşılır, yaşanır.
Ağaçların, börtü böceğin, balıkların sahibi var demek yerine “hamisi” var demeyi isterdim. Çünkü biz onların, doğayı oluşturan hiçbir şeyin “sahibi” olamayız. Sadece hamisi, koruyucusu, kollayıcısı olabiliriz.
“Masa başında proje yapanlar, tekneyle onları Sivriada’ya getirenler, en hafifinden en ağırına doğanın tahribatında kazması olanlar hepiniz böceklerin ölmesinden, martıların, deniz kuşlarının, balıkların yuvasız kalmasından, ağaçların, bitkilerin köklerinin sökülmesinden, hepiniz siz de en az karar vericiler, yatırım yapan sermaye sahipleri kadar suçlusunuz” demeyi çok isterdim.
Son olarak da “Eğer mutlaka namımızı sürdürecek bir şeyler yapalım diyorsanız yapacağınız en iyi şey Sivriada’ya hiçbir şey yapmayıp doğal haliyle bırakmak olmalıdır,” derdim. Çünkü bugünün teknolojisiyle devasa binalar, köprüler, yapılar yapmak çok kolay. Bunları yapabiliyor olmak kişinin kudretini değil sadece sermayenin gücünü gösterir. Oysa doğayı doğal haliyle koruyabilmek insanlığın, insan olabilmenin göstergesidir ve birinciye göre çok daha zordur.
Tüm bunları söyledikten sonra da diğer arkadaşım gibi, sesimin en üst perdesinden sağır kulakların bile işitebileceği şekilde sormak isterdim:
“Bunları da anladınız mı?” (DG/EKN)
* Fotoğraf: Doğan Gündüz