Sheri Berman Weimar Cumhuriyeti ertesinde otoriter rejimin Almanya'da yükselişe geçişini, seçmenlerin mevcut partilere karşı duydukları memnuniyetsizlik yüzünden sivil toplum alanına kayması ile açıklar.[1]
İlk başta kulağa pek de alışılmadık gelen bu yaklaşımın en önemli noktası, demokratik kurumların zayıflığı karşısında devletle ilişkisi kopan sivil toplum kuruluşlarının otoriter rejimlere nasıl zemin hazırlayabileceği aslında... Gerçekten de Weimar Cumhuriyeti sivil toplum örgütlerinin sayısı bakımından ve toplumun formel siyaset dışı kanallara artan ilgisi yüzünden son derece canlı ve hareketli bir tablo çizer. Bu dönemde seçim sisteminin çok partili bir yapıya müsaade etmesi karşısında hiç bir parti çoğunluğu sağlayamadığı gibi, mevcut ideolojik bölünmeler etkin bir koalisyon hükümetinin kurulmasına izin vermemiş ve resmi platformda farklı çıkarların dahil edildiği karar alma mekanizmaları yaratılamamıştı. Bu durumu iktidara giden yolda önemli bir fırsat olarak gören Nasyonal Sosyalist parti, örgütlenme çalışmalarını anti-demokratik yöntemlere hayır demeyen sivil toplum oluşumlarına doğru kaydırınca Weimar Cumhuriyetinin sonunu getiren olaylar zinciri de tetiklendi. Adolf Hitler son derece yuksek bir oy oranıyla seçimleri kazandığında en büyük desteği veren gruplar Nasyonal Sosyalistlerin partiye kattığı sivil toplum tabanlı oluşumlardı. Sivil diktanın erken örneklerinden sayılabilecek Weimar Cumhuriyeti sonrasi Nazi iktidari deneyimi ve akabinde gelişen olaylar, demokratik kurumların zayıflığı karşısında sivil toplum örgütlerinin anti-demokratik yöntemleri benimsemesinin ne gibi sonuçlara yol açabileceğini açıkça ortaya koyuyor.
Son zamanlarda, AK Parti iktidarı altında baskıcı ve demokratik açıdan tutarsız politikalar izlenmesine rağmen nasıl olup da partinin hem genel hem de yerel seçimlerde, hem de kamuoyu yoklamalarında seçmen desteğinin çoğunu almaya devam ettiği kafaları kurcalamaya devam ediyor. Aynı zamanda, referanduma giden süreçte ve sonrasında bu desteğin pakette yer alan anti-demokratik maddeler karşısında bile artmaya devam etmesinin ardında yatan sebepler halen yeterince açıklığa kavuşmuş değil. Özellikle referandumda "yetmez ama evet" sloganını benimseyen grupta hükümetten son bir kaç ayda üst üste gelen otoriter üsluplu açıklamalar ve 12 Eylül 1980 askeri darbesinin sorumlularının hiç birine dokunulmaması karşısında bir şaşkınlık var.
Tüm bunların üstüne son Ergenekon dalgasında gazetecilik kariyerini demokratik kurumların güvenirliğine büyük bir tehdit oluşturan "derin devlet" yapısını araştırmaya adamış Ahmet Şık ve Nedim Şener gibi gazetecilerin tutuklanıp cezaevine konması geniş kesimlerde büyük tepkilere ve soru işaretlerine yol açtı. Her ne kadar hükümet yargının bağımsızlığı konusunda ısrar etse de, yaşanan son gelişmeler ve özellikle de Avukat Akın Atalay'ın sorgu esnasında gördüklerine dair açıklamaları, referandum sonrası süreçte siyasi gücün yürütme elinde konsantrasyonunun yeni bir ivme kazandığına işaret ediyor. İşlerin bu noktaya nasıl geldiğini anlamak ve AK Parti hükümeti altında gelişen son icraatları açıklamak için Berman'ın sivil toplum ve otoriter rejimlerin ortaya çıkışı arasındaki bağlantıyı incelediği çalışmasından öğreneceğimiz çok şey var. Tam da bu noktada odaklanmamız gereken, AK Parti tabanında partiye destek veren farklı cemaatlerin devletle olan ilişkilerinin nasil bir yöne doğru evrildiğidir. Ahmet Şık'ın ve Nedim Şener'in ne olduğu açıkça belli olmayan delillerle Ergenekon örgüt üyesi olmakla suçlanıp cezaevine konmasını hızlandıran olaylar zinciri bu iki gazetecinin tam da bu konuyla ilgili sorular sormaya başlamasıyla yakından ilgilidir.
Cemaat örgütlenmelerini sivil toplum platformu altında yer alan oluşumlar olarak değerlendirirsek, Türkiye'de son zamanlarda yaşanan demokratik tutarsızlıkları ve kesinti süreçlerini daha iyi anlamlandırabiliriz. Aradaki bağlantıyı anlamak için Berman'ın incelediği Weimar Cumhuriyeti dönemini yakın dönem Türkiye siyaseti ile karşılaştırmak daha fazla yardımcı olabilir. Weimar Cumhuriyeti'nde demokratik kurumların kırılganlığı ve siyasi partilerin seçmenlerde hayalkırıklığı yaratması otoriter eğilimlerin sivil toplum alanında güçlenmesine nasıl zemin hazırladıysa, benzer bir şekilde, 1980 darbesi ve sonrasında yeni sistemden hoşnut olmayan İslami cemaatler sivil toplum alanına kaydıkça, bu grupların demokratik kanallara dahil edilmesi iyiden iyiye zorlaşmıştı. Özellikle yasama, yürütme ve yargı üçayağında güçler dengesinin bir türlü etkin bir biçimde sağlanamaması, ve baskıcı güçlerin iktidarı Türkiye'de demokratik kurumların zayıf bir yapıya sahip olmasına yol açtı ve bu yüzden de İslami cemaatler siyasi hedeflerini gercekleştirmek icin meşruiyeti tartışmalı taktikleri benimserken kendi-kendilerini denetleyecekleri mekanizmalar geliştirmek konusunda son derece yetersiz kaldılar.
1980ler ve 1990lar boyunca hükümetlerin sermaye birikimini hızlandırmak için serbest piyasa yöntemlerini benimseyen dini gruplara artan şekilde destek vermeye başlaması, devletin tepesinde asker ve siviller arasındaki çatışmaya yol açarak demokratik karar alma mekanizmalarında önemli tıkanmalara yol açtı. Özellikle bu süreçte demokratikleşme ve demokratik katılım süreçlerinin askeri vesayet altında pamuk ipliğine bağlı olması, ve siyasi partiler arası bölünmüşlük, cemaat örgütlerinin partilerden uzaklaşarak sivil toplum alanına yönelmelerine sebep oldu. Fakat bu alan devlet tarafından son derece baskıcı bir şekilde denetlendiği için,bazı etkili cemaat grupları siyasi hedeflerini gerçekleştirmek için anti-demokratik araçları benimsemekte bir sakınca görmediler. Bu durum, özellikle 1990lar boyunca birbiri ardına iktidara gelen koalisyon hükümetlerinin ortak bir payda yaratmakta zorlanmasıyla daha da içinden çıkılmaz bir hal aldı. Üstüne üstlük demokratikleşme sürecinin 28 Şubat kararlarıyla yeniden bir darbe alması, cemaatlerin resmi temsil kanallarından iyiden iyiye uzaklaşmasıyla sonuçlandı. 1990lı yılların sonuna gelindiğinde pek çok İslami cemaat lideri, mevcut siyasi sisteme karşı olan memnuniyetsizliğini açıkça dile getirmekten çekinmiyordu.
2000li yıllara gelindiğinde yeni kurulan AK Parti, bu memnuniyetsizliği iktidara giden yolda önemli bir fırsat olarak gördü ve bu grupları oldukça etkin bir biçimde yönlendirerek hem farklı cemaatlerin desteğini aldı, hem de 1990lı yıllar boyunca talepleri resmi kanallar tarafından dışlanmış diğer cemaat-ötesi sivil toplum kuruluşlarına adım adım ulaşmak suretiyle partiye olan desteği popülist bir çizgiye çekerek artırdı. Fakat asıl sorun, İslami cemaatler tarafından benimsenen anti-demokratik yöntemlerin, bu gruplar temsil fırsatı bulduğu ve bürokratik alanlara yerleşmeye başladığı zaman da terkedilmemiş olmasıydı. Demokratik kurumların denetleme gücünün yetersiz kaldığı boşluklar, bazı İslami cemaatler tarafından yeni kazandıkları siyasi gücü pekiştirebildikleri ara alanlar olarak değerlendirildi, ve meşruiyeti son derece şaibeli yöntemler devlet kurumlarına bu kanallar vasıtasıyla ulaşmaya başladı. Cihan Tuğal'in Pasif Devrim adlı çalışması bu süreçlerin nasıl evrildiğini Gramsci'nin hegemonya teorisi ışığında daha detaylı bir biçimde inceler.
Fakat anti-demokratik ve baskıcı yöntemlerin kayıtsız şartsız uygulanması bu grupların öngördüğü kadar kolaylıkla gerçekleşecek bir durum değildi. Uygulamada zorluklarla karşılaşılınca baskıcı yöntemlerin yasal yollarla meşru kılınmasının yolları aranmaya başlandı. Bu anlamda referandumun 12 Eylül 2010'da yapılması, son derece ilginçtir. 12 Eylül 1980 ve akabindeki anayasal referandum askeri kanalla gelen bir otoriter düzene kapıları açtıysa, 12 Eylül 2010, sivil toplum destekli bir anti-demokratik yapıyı çoğunluk onayıyla pekiştirerek hükümetin eline yasama ve yargıyı kontrol altına alabileceği gücü vermiştir. Yunus Sözen'in neo-muhafazakar populizm olarak adlandırdığı bu rejim altındaki dengesiz güç dağılımı devlet icinde cemaat bağlantılarını araştıran kişi ve kurumların önünde büyük bir engel olarak duruyor, çünkü bu ilişkilerin haritasının ortaya dökülmesi, hükümetin demokratik söyleminin havada kaldığını açıkça gözler önüne serebilir. Bu da iktidar için hem içeride hem de uluslararası platformda bir meşruiyet krizi demektir.
Bugün Ahmet Şık ve Nedim Şener gibi gazetecilere yönelik baskıların önümüzdeki günlerde artarak farklı gruplara yönelmesi ve demokratikleşme sürecinin sivil dikta kanallarıyla sekteye uğraması gerçekten bir an meselesi gibi görünüyor. Bu yüzden hükümetin demokratikleşme yolunda sorumlu olduğu tutarsızlıkların mümkün mertebe ortaya çıkarılması ve duyurulması, baskıcı bir rejime giden yolda ani bir U-dönüşü için en gerekli yöntem.
___________________________________________________________________
[1] Sheri Berman. 1997. Sivil Toplum ve Weimar Cumhuriyeti'nin Çöküşü (Civil Society and the Collapse of the Weimar Republic). World Politics. 49: 401-429.