"Ölsem ayıptır, sussam tehlikeli;
Çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli."
Metin Altıok (DTCF Felsefe mezunu Sivas'ta katledilen şair ve felsefeci)
"Bu koku da ne?" diye geçiyordu aklımdan tazyikli suların insanların üzerine şiddetli bir yağmur gibi yağdırıldığını gördüğümde. Etraf o kadar hızlı dumana boğuldu ki yapılabilecek tek şey, her şeye rağmen kaçmaktı. O kargaşada korkmaya bile imkânı olmuyor insanın. Görebildiği kadar çok şey görmek, biriktirebildiği kadar görüntü biriktirebilmek ve daha ilerisi için kuracak cümleler toparlamak bile akla gelmiyor. Sadece oradan oraya koşuyor ve ayrımcılığa inat mümkün olduğunca az hasarla ayrılmak istiyorsun adeta cehennem olan bu deneyimden.
Sünni bir ailenin çocuğuyum. Bugün ülkedeki adaletsizliğe inat Sivas'ta hunharca katledilen aydınların, çocukların, insanlığın davasının zaman aşımı sürecine girmesinden rahatsız olan Alevi kardeşlerimin yanındaydım.
Ben oradaydım ve orada, Ankara Adliyesi'nin önünde, davanın düşmesine şahit oldum.
Utanç dolu karar alındığında oradaki insanlarla beraber hüzünlendim ve öfkelendim. Bunun üzerine yürüyüş yapmak isteyen insanların yakan olma utancıma rağmen yanında olacaktım; fakat polis nefretini soğuk Ankara havasında su olarak kusarken ve katledemediği diğer insanları gaz bombalarıyla boğmaya çalışırken yürümek fikri aldığımız azıcık soluğu zehirden koruma telaşına dönüştü.
Polis "Dağılın!" uyarısı bile yapmadan insanlara saldırdı ve biz tel örgülerle kaplı bir yerde kapana sıkıştırılmış fareler gibi sağa sola koşturmaya başladık.
Nereye kaçsak oradan biber gazı geliyordu. İnsanları koruması gerekirken insanlara zarar veren polis her yeri kuşatmış ve geçit vermiyordu.
Gözlerimi açamıyordum ve bir ara bir avukatın insanları içeri çağırdığını duydum. Adliyeye biber gazı atılmayacağını sanan insanlar Adliye'ye doğru koştu; fakat peşlerinden biber gazları yağmaya devam etti. Birçoğu dönen kapıda sıkışan insanları, bize şakalar yapan yaşlı teyzeleri ve onların dudaklarındaki gülümsemeleri, sloganlara yetişemeyen amcaları ve sigaradan sararmış bıyıklarını, hatta Türk bayrakları tutan yıpranmış ellerini düşündükçe ve aklımda yankılandıkça "Yaşasın halkların kardeşliği!" haykırışları, gördüklerime inanmak istemiyorum.
Kardeşlik için yanıp tutuşan yürekleri bir de bu şekilde dağladılar. Çitlerden atlayıp kendimizi kurtardık ve Sıhhiye Köprüsü'nün altında gaz maskeleriyle set kurmuş olan çevik kuvvet, bize gülerek baktı.
Halimize güldüler!
Orada telef olan insanlara, insanlığa utanmadan güldüler. İnsanı korumaları gerekirken bozuk sistemi koruyan polis acılarımızla alay etti.
Astımı ve daha birçok hastalığı olabilecek yaşlı insanlarla dalga geçtiler. Kendileri zarar görmeden olan biteni seyreder ve zulme sebep olurlarken yürekleri hiç mi olsun acımadı? Hiç mi vicdan azabı çekmediler?
Yüzüm, gözüm boğazım yanarken sinirden ağladım ve biraz sakinleşmek için okula girdiğimizde bahçede dolaşan polisleri gördüm ve şaşkınlığım daha da arttı. Ne işleri vardı bizim okulumuzda?
Neden bu öfke? Biz aynı nehrin suyundan içmedik mi?
Aynı buğdayın ekmeğinden yemedik mi?
Hepimiz biri öldüğünde üzülmüyor muyuz?
Hepimiz bir bebek doğduğunda sevinmiyor muyuz?
Bu kadar aynıyken neden kendimizi farklılaştırmak zorunda bırakılıyoruz?
Bu insanlar onurlu davalarında üzüntülerini, yapılan adaletsizlikleri dile getiriyorlardı sadece. Hiçbir sebep yokken yapılan bu umut katliamını sorumlular açıklayamaz, özür dileyemez ve özür dileseler de bu durumdan sonra kabul ettiremezler. Sivas Katliamı ve bugün Adliye'nin önünde yapılmaya çalışılan kıyım, insanlık suçudur. (BK/HK)