Diasporayı uzun yıllar boyunca mesken tutan sürgünler üzerine, yakın günlerde bir dostla sohbet ederken bir kez daha "Amidalılar-Sürgündeki Dîyarbekirliler" kitabıma referans verme ihtiyacını yeniden duydum.
Sait Güven, Amidalılar kitabımın paydaşlarından, paylaşmıştı yıllar evvel. ""Bir gün Kürtlerin ünlü şairi Mamoste Osman Sebrî'nin yanına gitmiştim. Osman Sebrî ile 'Kürtlerin halinin ne olacağını' konuşuyorduk. Yıl 1985. Ben, 'Apê Sebrî, ezê jî herim Ewropa' dedim. Osman Sebrî, dönüp bana dedi ki; 'Mêzê ke, Apoçî vedigerin Welat. Hun jî diçin Ewropa. Ewê qezenç bikin. Hun jî winda bikin.'
Çok netti Apê Sebrî'nin söyledikleri: Avrupa'ya kim giderse kaybedecekti. Ülkeye dönenlerse kazanacaktı. Öyle de oldu nitekim...
Kürtler, özellikle 1980 darbesinden sonra yoğun olarak açık uçlu sonu ve tarihi belirsiz bir sürgünlükle Avrupa'nın kimi ülke ve şehirlerini mesken tutmuşlardı. Tanık olmuştum İsveç'e gittiğimde her biri en az yirmi yıldı ordaydılar.
Orta yaş hatta yaşlılığa, uzak ve tüketen bir sürgünlükle hayatlarını ortaya katıp tüketerek merhaba demişlerdi. Hiç tanık olmadıkları hastalıklara sahip olmuşlardı. Ve birçoğu 60'ını göremeden öte yakaya göçüyordu son yıllarda. Sürgünlüğü bir yaşam biçimi haline dönüştürmenin sonuçlarıydı başlarına gelenler.
Avrupa'ya gidemeyenler ise; ya kötü ve tüketen bir evlilik yaparak, ya da kötü koşullardaki işlerde çalışarak Türkiye'nin İstanbul, Ankara, İzmir gibi metropollerinde çürüyüp gidiyorlardı.
Veya ikisinin harmanlandığı bir acılı hayat; hem metropol iş(siz)leri, hem de yıkan harap eden acı dolu birbirlerinin kültürlerinden bihaberlik bir de zıtlıklar üzerine bina edilmiş evliliklerle tükeniyorlardı Türkiye metropollerinde...
İki sürgünlük de Kürtlük ve Kürt değerleri adına toptan kayıptı.
Doğrusu; hayatını küllerinden yeniden doğmaya çalışan bir halkın dili, kültürü ve kimliği üzerine bina edilmiş bir musiki anlayışına doğru çaba içerisinde olma gayretiyle sürdüren Şivan Perwer'in son günlerde Avrupa'da bir gece yarısı Bülent Arınç'ın kapısına dayanıp sonra da iktidar'ın davetine icabetine Türk televizyonlarından tanık olunca hüzünlendim, acıdım ve yüreğim yandı dersem ruh halimi olanca tepkiselliğim dışında tarif etmiş olurum sanıyorum.
Onca sürgünlükten sonra, onca acıları yaşadıktan ve "Halepçe, Mîrkut, Ez Hozanim, Ey Ferat" gibi parçaları Kürt halkına armağan ettikten sonra; Rasim Ozan Kütahyalı gibi bir haddini bilmeze gazetesinde Arınç röportajıyla "malzeme" olmak ve halkının siyasal değerlerine ve varoluş kavgasına cepheden yabancılaşmak pahasına basitleşmek doğrusu en hafifinden yakışmamıştı Şivan Perwer'e...
Şivan Perwer ki; birçok orta yaş Kürdünün "Milli" bilincinde musikisiyle yer etmiş bir aktördü.
Sonra döndüm yeniden Türk televizyonlarına. Haberi ağızları kulaklarında Kürtçe ismi Türkçe telaffuz ederek "Şivan Avrupa'nın bir şehrinde trt 6 için arkasında bir orkestra ile konser verecek" diyerek iletiyorlardı.
Bilmiyorlardı ve hiç öğrenme ihtiyacı da duymamışlardı ki; Kürtçe alfabede Türkçedeki "i" harfi "ı" olarak okunurdu. Yani Kürtçe "Şivan" ismi, telaffuz edildiğinde "Şıvan" olarak okunurdu. Siz bunu Kürtçesinde yazıldığı gibi Türkçe olarak okur ve "Şivan" derseniz, Kürtçe isimdeki "çoban" olarak değil de bir başka anlamda "matem- yas" anlamıyla telaffuz etmiş olursunuz.
Evet, belki de haberi Türk televizyonları için yapanlar bilmeden bir gerçeğe parmak basmışlardı. Onca yılın Şivan'ı artık hüzün kokan bir matem ve yitiş ile halkının künyesinden düşüşü ifade ediyordu. Avrupa'yı mesken tutup tükenen birçokları gibi...
Yazık hem de çok yazık... (ŞD/EÖ)