Sistemlerin bir kalbi yoktur ama nefes alıp vermeden de yaşayamazlar.
Nasıl ki bir canlı varlık solunum yapmadığı takdirde iç organlarının tepkisine ve baskısına maruz kalıyorsa, bir sistem de solunum yapmadığı takdirde toplumun tepkisine ve baskısına maruz kalır.
Solunum yapamayan bir canlının ölmesi misali solunum yapamayan bir sistem de eninde sonunda ölür.
Ama arada bir fark vardır. Canlılar –ki deniz canlıları ve amfibilerin durumu farklı- kısa süreler içerisinde biteviye nefes alıp verme ihtiyacı duyarken, sistemlerin böyle bir zorunluluğu yoktur. Sistemler yıllarca, onyıllarca, hatta yüzyıllarca nefes alıp vermeden yaşayabilirler. Zira sistemler toplumları uzun sureli nefessizliğe alıştırabilirler. Nefesini tutma yeteneğini kazanmış bir toplum, sisteme tepki göstermez, onu içten baskılamaz.
Bununla birlikte, nefesini uzun süre tutmuş olsa bile, beş bin yıllık sınıflı toplum tarihinde nefes alıp vermemiş bir sistem yoktur. Yani ya nefeslenerek yaşamaya devam etmişler ya da ölmüşlerdir.
Örneğin, İngiltere’deki krallık sistemi 13., 17. ve 19. yüzyıllarda derin nefesler alarak, gerekli hallerde küçük nefeslenmeleri de ihmal etmeyerek, içinde bulunduğumuz 21.yüzyıla kadar varlığını sürdürmüşken; Fransa’daki krallık sistemi, nefes alıp verme ihtiyacını –gereğince- karşılayamadığından 18.yüzyılda ölmüştür.
İngilizler, nefes uzmanıdırlar. Nerede ve nasıl nefes alınıp verilmesi gerektiğini iyi biliyorlar. Zira zamansız ve ahenksiz nefeslenmeler de ölüme sebebiyet verebilir.
TIKLAYIN - 28 yıllık mahpus Bilge, koğuşta dövülüp ailesinden uzağa sevk edildi
Sistemlerin nefesi demokrasidir.
Nasıl ki canlıların nefes alıp vermeye ihtiyaçları varsa, sistemlerin de demokrasiye ihtiyaçları vardır.
Sistemler kimi zaman, derin nefes alıp verme diye adlandırabileceğimiz demokratik reformlar yapmak yerine, çareyi restorasyonlarda bulurlar. Yani, özde bir değişim ve yenilik yapmaz, eskiyi allayıp pullayarak yeni diye öne sürerler. Bu yöntem, sistemi suni teneffüsle yaşatmaya kalkışmak olur, ki bir sistem restorasyonlarla uzun süre yaşayamaz.
İnsan, taşıdığı ideolojiye ve savunduğu dünya görüşüne ters bir sistem bile olsa, nefes alıp verebilen bir sistemi kendi nefes alamayan sistemine tercih eder çoğunluklu olarak.
12 Eylül askeri darbesiyle birlikte Türkiye’de gözaltı ve tutuklama furyası başladı. İşkence sesleri arşa yükseldi. Sağcısından solcusuna, dincisinden laikine, Türkünden Kürdüne kadar bütün muhalifler ya da muhalif görülenler bundan nasibini aldı.
Arandığı için köşe bucak saklananlar ya da ülkede rahat nefes alamayacaklarına kanaat getirenler ise büyük ölçüde ilk fırsatta kapağı Avrupa ülkelerine attı.
Özellikle solcuların ve dincilerin, Avrupa’nın kapitalist emperyalist ülkelerini tercih etmeleri dikkate değerdir. Zira solcuların gidebilecekleri bir Moskova ya da Pekin’i, dincilerin gidebilecekleri bir Tahran ya da Riyad’ı vardı.
Ütopyanın bir biçimiyle kurumlaştığı bir Moskova ya da Pekin varken kapitalist emperyalizmin göbeğinde yaşamayı tercih etmek neden? Şeriatın yaşamsallaştığı Tahran ya da Riyad varken 'küfrün' göbeğinde yaşamayı tercih etmek neden?
Avrupa ülkelerindeki yaşam standartları da bir neden olabilir ama asıl neden yine gelip nefese dayanıyor. Çünkü adı geçen ideoloji ya da inanç başkentlerinde alamayacakları nefesi, Avrupa ülkelerinin görece gelişmiş demokrasilerinde alabiliyorlardı.
Ütopya ya da inançlarına aykırı bir sistem bile olsa, kendisiyle ideolojik – politik savaşım verdikleri bir sistem bile olsa, nefes boruları açık olan sistemi nefes boruları kapalı olan kendi sistemlerine tercih etmişlerdi. (AB/APK/SD)