George Carlin
Karamsarlığın havada asılı kaldığı şu ‘gönül yorgunu’ günlerde ‘her derde deva ebegümeci’ gibi yazılar beklenirken, siyaset üzerine yazmaktan kaçınmak mümkün değil ama ‘ortada kuyu var, yandan dolan’ denemeleri yapmak, pekala akla yatkın, ruha faydalı sanırım. Ya da öyle umuyorum diyelim.
Baskın seçim kararı alınıncaya kadar gözü yurtdışında bir yerlere kapağı atmak olanların biranda havaya girip ortalığın güllük gülistanlık olacağına dair inançlarıyla var gücüyle asıldıkları seçim, 24 Haziran gecesi kabusa dönüşünce, şimdilerde gözler yeniden ‘dışarıdaki’ hayata kaydı, malum. Makul, yasalarla yönetilen, her gün/her an yürek kaldıran sürprizleriyle/felaket haberleriyle hayatı sürekli yokuş yukarı yaşıyormuşçasına hissettirmeyen, kuralların, yasaların kişilere göre değiştirilmediği ülkelere, hayatlara, yerlere… Üstelik ‘bu şehrin arkandan geleceğini, gene aynı sokaklarda dolaşacağını, aynı mahallede kocayacağını… ‘ Kavafis’in o muhteşem şiirindeki gibi, ‘dönüp dolaşıp geleceğini’ bile bile.
Henüz o aşamaya gelmesem de…
İçimdeki umudun tümden yitmediğini ve közü biteviye, hiç ara vermeden olabildiğince hızlı üflediğimi bilin isterim.
O közü canlı tutmak için, pek çoğunuz gibi benim de ‘koruma’ mekanizmalarım, yarattığım ‘nefes odalarım’ var. Okumak, altını çize çize kelama gömülmek, filmlere sarmak ve mümkün olduğunca bunları konuşabileceğim, bana iyi gelen, yeni cümleler duyabileceğim, bana ‘şöyle de bir bakış açısı var’ diyebilen, farklı boyutlara işaret eden insanlarla bir arada bulunmak.
Klasik politikacı portresinden azade, boş laf üreten siyaset tüccarlarından arî… Her konuşmamda, her söyleşimde kendisinden mutlaka yeni bir cümle, bir kitap, farklı bir bakış öğrendiğim Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer’e çat kapı gitmemin sebebi buydu; röportaj bahane, sohbet şahane… Beklentimi boşa çıkarmadı yine, dağarcığıma kattığı soru işaretleri, üzerinde düşünülmeye değer cümlelerle uğurladı yine beni, sağ olsun.
Röportajı okuduysanız eğer, memleketi saran bu ‘hiçbir şey değişmeyecek’ havasından nasıl çıkılacağının adresini verip, sosyal demokratların yenilgi değil zafer kazanmalarının şartlarını sıralarken, şöyle diyordu Soyer:
“Ben belediye başkanı olmaya karar verdiğimde, benim en yakın arkadaşlarım bana diyordu ki, ‘oğlum sen deli misin, bu çamurdur, çirkeftir, senin ne işin var orada? Sen de kirleneceksin, seni de kirletecekler, dayanamayacaksın.’ Siyaseti becermek zorundayız, yapmak zorundayız. Siyaseti kirli, çirkin ve sığ olarak gördüğümüz sürece, biz şu paradoksu yaşamaya devam edeceğiz.
“Siyasetin gerçekten de kirli, çirkin ve sığ olduğunu” söylediğimde de devam etmişti.
“Doğru ama bunun sonucu şu oluyor. Şikayet ettiğiniz şeylerin onları yaratanlar tarafından değiştirilmesini beklemek gibi bir paradoks yaşıyorsunuz. Bu mümkün değil ki. Doğaya, insanın doğasına aykırı. Eğer şikayet ediyorsanız bir şeyden, onu değiştirmek için elinizi taşın altına sokacaksınız. Bizde genellikle iyi donanmış insanlar, aydınlar, yukarıdan bakıp ahkam kesmeyi eleştirmeyi çok severiz, çok severiz! Ama ‘sok abi taşın altına elini.’ ‘Yo ben mitinge gittim, bayrak da salladım. Oradaydım. Tweet de attım!’ Bu yetmiyor abi, bu yetmiyor… İnsanlar bununla doymuyor. İnsanların gerçekten hayatını iyileştirecek projeler ortaya koymanız lazım.
Siyasete gireceksiniz, gireceğiz, girmek zorundalar. Zorundayız. Siyasal partiyi beğenmiyorsak sivil toplum kuruluşlarında çalışmak zorundayız. Ha kuşlar mı, kuşların iyiliği için… Ağaçlar mı, ağaçların iyiliği için. Çocuklar mı, engelliler mi? Neyse o. Kendimizi ifade ettiğimiz alanlarda elimizi taşın altına sokmak zorundayız. Bu paradoks, eğer bunun gereklerini yerine getirmezseniz aşılmaz.”
Gençliği öğrenci derneklerinde, meslek örgütlerinde geçmiş, 35 yıllık gazetecilik yaşantımda defalarca seçim yaşayıp siyasetin mutfağına çok yakından bakmak durumunda kaldığı için midesi her defasında kalkmış… ‘Kazanırken kaybetmiş’ nice siyasetçi tanımış biri olarak, Tunç Soyer’in altını çizdiği ve hak verdiğim bu paradoks üzerinde duruyordum ki… Sosyal medyadan, WhatsApp gruplarından videolar düşmeye başladı ekrana.
Bu dünyadan geçmiş efsanelerden biri, 22 Haziran 2008’de aramızdan ayrılmış İrlanda asıllı Amerikalı komedyen George Carlin’in stand up’ları. Bu diyarlardan göçüp gitmiş olsa da efsane cümleleri, öfkesi, sıra dışı perspektifi ve bitmek bilmeyen enerjisi ile pek çoğumuzdan daha canlı görünüyordu yine. Kadın-erkek, kürtaj, din ve hükümet gibi otorite bazlı kurumlara attığı sağlı sollu hücumlarından biriydi videodaki gösterisi de. Tam da Tunç Soyer’in ısrarla üzerinde durduğu ‘bu dünyayı, yaşadığımız hayatı değiştirmek istiyorsak siyasete girmek zorunda olduğumuz’ üzerine… Ama farklı bir bakış açısıyla…
‘Politika ve politikacılar’ üzerine, bir bölümünde özetle şöyle diyordu George Carlin:
“Fark ettiğiniz üzere hakkında şikayet etmediğim kimseler var: Politikacılar! Herkes politikacılardan şikayet ediyor. Herkes rezil olduklarını söylüyor. İyi de bu politikacıların nereden geldiklerini sanıyorlar? Gökten düşmezler. Başka bir boyuttan gelmezler. Amerikan ebeveynlerinden, ailelerinden, evlerinden, okullarından, kiliselerinden, işyerlerinden ve üniversitelerinden geliyorlar ve Amerikan vatandaşları tarafından seçiliyorlar. Yapabileceğimizin en iyisi bu millet. Ortaya koyabildiğimiz bu kadar. Sistemimizin ürettiği budur: Çöp giriyor, çöp çıkıyor!
Eğer vatandaşlarınız bencil ve cahilse, liderleriniz de bencil ve cahil olur.
Koşullar hiçbir şekilde iyileşmiyor; sadece her seferinde yeni bencil ve cahil Amerikan nesilleriniz oluyor. Bu yüzden belki de rezil olanlar politikacılar değildir. Belki de başka reziller var elde. Halk gibi. Evet, halk rezil! Alın size güzel bir seçim sloganı: Halk rezildir, umutlarınızı siktir edin!
Siktir edin, çünkü bu gerçekten sadece politikacıların hatasıysa nerede bu bütün alnı açık, zeki, bilinçli insanlar? Nerede bu akıllı, dürüst, zeki Amerikalılar? Taşın altına elini sokacak, ülkeyi kurtaracak ve yolu gösterecek? Bizim ülkemizde böyle insanlar yok! Herkes alışveriş merkezinde! Kıçını kaşıyor, burnunu karıştırıyor, bel çantasından kredi kartını çıkartıyor ve gidip ışıklı spor ayakkabısı alıyor.
Uzun lafın kısası, bu politik ikilemi çok basit bir yolla çözdüm: Seçim günü, evde otururum. Ben oy vermem. İki nedenden dolayı oy vermem: Birincisi, anlamsızdır. Bu ülke uzun zaman önce alınmış, satılmış ve ücretleri ödenmiştir. Her dört senede bir temcit pilavı gibi önünüze koyarlar. Hiçbir sikim ifade etmez. İkincisi ise, ben oy vermem çünkü inanıyorum ki; oy verirseniz şikayet hakkınız olmaz!
İnsanlar bunu çarpıtmayı severler, biliyorum. ‘Ama işte oy vermezsen şikayet etme hakkın olmaz’ derler. İyi de bunun neresi mantıklı? Oy verirseniz şerefsiz ve kabiliyetsiz insanlar meclise girer, her şeyi bok eder ve bunun sorumlusu siz olursunuz. Sorunu siz çıkardınız, onları siz seçtiniz, şikayet etmeye hakkı olmayan da sizsiniz. Diğer taraftan ben, oy vermemiş olan ben, hatta aslında seçim günü evinden bile ayrılmamış olan ben, hiçbir şekilde bu insanların yaptıklarından sorumlu değilim ve benimle hiçbir alakası olmayan sizin yarattığınız bela hakkında, canımın istediği kadar şikayet edebilirim.”
Albümleri 5 kez Grammy ödülü kazanmış bu komedyen/oyuncu/ yazarın efsane olmuş cümleleri var. Gönlümü kazananlardan biri, Amerika’nın ekonomik ve sosyal sınıflarını tanımlamasıdır mesela:
“Ben bu ülkedeki ekonomik ve sosyal sınıfları nasıl tanımlıyorum biliyor musunuz? Üst sınıf tüm parayı kendine saklar, hiç vergi ödemez. Orta sınıf tüm vergiyi öder, tüm işi yapar. Fakirlerse sadece orta sınıfı korkutmak için vardır. Orta sınıfın işe devamını sağlamak için..."
Yazıyı bir şekilde sonlandırmam gerekiyor. Cevabını henüz bulamadığım, üzerinde düşündüğüm sorularla mesela…
Soyer, "Ey bu ülkenin yetişmiş insanları! Elinizi taşın altına koyun, siyaset yapın" diyor.
Kuralları olmayan kargacık burgacık bir yolda ‘trafikte sizden hızlı giden herkesin manyak, yavaş giden herkesin ise uyuz’ addedildiği politika kulvarında trafiğe çıkmayı göze almak mı gerekiyor?
Yoksa… Bugünlerde kendini yenilmekten öte ‘aldatılmış’ hissettikleri için bir daha kendisini sandığa kimselerin götüremeyeceğini söyleyenlerin safında yer alıp Carlin misali “oy vermemiş olan ben, hatta aslında seçim günü evinden bile ayrılmamış olan ben, hiçbir şekilde bu insanların yaptıklarından sorumlu değilim ve benimle hiçbir alakası olmayan sizin yarattığınız bela hakkında canımın istediği kadar şikayet edebilirim” diyerek ‘küçük Amerika’da kendini dalgalara vurmak mı?
Çok çarpıcı olsa da hiç mantıklı gelmiyor bu Carlin seçeneği ama düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi yine de… (GS/HK)