Çoğumuzun bildiği bir Nasreddin Hoca öyküsü inanmak üzerinedir. Hikaye odur ki, hoca bir gün komşusunun kazanını ödünç alır, içinde bir tencereyle birlikte geri verir. Tencereyi gören komşusu şaşırınca, “Senin kazan doğurdu” der, komşu sevinir, tencereyi alır. Aradan zaman geçer, hoca yine kazanı ödünç alır ama bu kez geri götürmez. Komşusu kazanı sorunca, “Senin kazan öldü” der. Komşu “Hoca, kazan hiç ölür mü” diye itiraz edince, “Doğurduğuna inanıyorsun da, öldüğüne neden inanmıyorsun?” diye sorar.
Peki ya kazanın öldüğüne inanıp da doğurabileceğine asla inanmayanlar?
Fazladan bir tencereyi sorgusuz sualsiz kabul eden fırsatçılar, en kötü ihtimalle ellerindeki kazanı kaybedecek, mahcup olacaklardır. Peki ya ömürleri boyunca yalnızca kazanın cenazesini kaldıranlar? Onlar, bu umutsuz ruhla, kalbi çıkarılmış bir öngörüsüzlük, sürpriz sevmezlik ve durağanlıkla nereye kadar gidebilirler?
Ne biz kimsenin tenceresine göz koyalım, ne siz kazanınızı gözden çıkarın. Öldüğüne inanıyorsanız, doğuracağına da inanın, doğurduğuna inanmayacaksanız, cenazeye ağıt yakmayın. Evet, girişten hemen(!) anlaşılabileceği gibi, konumuz 2014 yerel seçimleri başlığı altında İstanbul milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in “tartışılan” Halkların Demokratik Partisi büyük şehir belediye başkanlığı adaylığı. Önder, ne 29 Mayıs’ta Gezi Parkı’nda görevlilerin kendisine mahkemenin yıkım kararını gösterememesinin ardından iş makinalarının önüne geçmesinin sarsıcı bir direnişin ilk büyük jesti olduğunu tahmin edebilirdi, ne de o jestin kendiliğinden belediye başkan adaylığı fikrine dönüşeceğini bilebilirdi. Olaylar birbirini takip etti.
Gezi direnişi büyüdükçe Önder’in Başbakan’daki imgesi günler içinde “çıbanın başı”na dönüştü, devamında İmralı heyetinden çıkarıldı. Tuhaf ama, o dönemin kamuoyu tartışmalarından kolayca anlaşılacağı üzere, direnişin kurumsallaşmış sivil toplum ayağı, iradesi dışında olsa bile, çok fazla öne çıktığı için Önder’e mesafe aldı, direnişin milliyetçi ve “Türk” damarı tarafından benimsenmedi. Ama işte akacak kan damarda durmuyor: 29 Mayıs günü şehrin dayanışmacı iyi insanları tarafından unutulmadı. Yaz boyunca süren direniş Sırrı Süreyya Önder ve Gezi arasındaki dokuyu örmeye devam etti: Beyoğlu’nda bir banka şubesine yazılan şu cümle gibi: “Sırrı Süreyya Ulan!”. Sırrı Süreyya’nın adaylığı kendiliğinden şekillendi, adaylık onu, o adaylığı karşılıklı olarak çağırdı. Ya da bir başka deyişle şartlar onun lehine olgunlaştı.
O şimdi aday...
Önder şimdi HDP’nin teknik olarak aday adayı, siyaseten biricik adayı. Önder henüz adaylığını açıklamadan, kimi açık ya da zımni CHP destekçileri, sosyal medya yoluyla onun adaylığını saçmalığa indirgemek istediler ve bu adaylığın tür AKP ile işbirliği olduğunu öne sürdüler. Sosyalizm, radikal demokrasi, liberal sol, sosyal demokratlık bahislerinde mangalda kül bırakmayan akademisyenler, kanaat insanları, güç ve denge unsuru gizli isimlere göre, İstanbul’u (düş o ki devamında ülkeyi) AKP’den kurtarmak için CHP’nin henüz resmen açıklanmamış adayı Mustafa Sarıgül desteklenmeliydi. Sarıgül onların da nihai durağı değildi ama “Sırrı Süreyya Önder aday olmasın, oylar bölünmesin, çocuklar ağlamasındı”.
İşte bu çoğunlukçu temayüle kapılan kaybeden kodamanlar kulübü kazanın doğurduğu tencereye hiç inanmaz ama öldüğüne hep inanırlar. Şimdi yine cenaze levazımatçılığı benzeri bir işe soyunmuş bu umutsuzlar, oylarını çoğunluk mezarlığına gömüyorlar.
Burada mesele Sırrı Süreyya Önder’in, ya da bir başkasının ne müthiş veya ne kötü bir aday olduğu meselesinden öte, düzen-içi, köhne, işe yaramaz argümanların yeni bir çekim alanını boğmaya çalışmasıdır. Bu siyaseten ve ahlaken geçiştirilemez, affedilemez bir manipülasyondur. “Demokrat Türk entelektüeli”nin hiç bilmediği, hiç tanımadığı Kürt özgürlük hareketine yön verme ve yukarıdan kritik etme tutumu nasıl siyaseten bir parodiyi andırıyorsa, sosyalistleri daima “hizip ve bölme” odağı olarak tanımlamak da ana akım siyasetin tıkanmış kanalizasyon borularını sol siyasetle açmaya çalışmasına benzer.
“Oylar bölünmesin” önermesi aslında Meclis’te temsil barajının kaldırılmaması refleksinin “ana muhalefet” diline tercüme edilmiş halidir, hazindir. Yani bir CHP destekçisi, ya da CHP’yi bu seferlik destekleyecek bir sosyal demokrat “oylar bölünmesin” derken sahiden CHP’nin Mustafa Sarıgül’ünün [belki de Mustafa Sarıgül’ün CHP’si] İstanbul’u AKP’nin elinden alabilmesi, bu boğucu idareden kurtulma umuduna tutulmuş olabileceği gibi, içindeki anti-Kürt anti-sosyalist reflekslerini meşru bir dille ifade ediyor olabilir.
Peki oylar bölünmesin, azınlıklar, Kürt meselesi, özgürlükler konusunda AKP’den temel olarak farklı bir siyaset üretmeyen CHP’nin bir devlet ittifakının şaibe dolu adayını destekleyelim de birleşelim mi? İktidarın “kızlı erkekli yaşam bize uymaz” çıkışına CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun yanıtını anımsayalım. Mealen “Aslında bize de uymaz ama zaten öyle yaşam yok ki” idi. Diyanetin işleyişi, cemevlerine ibadethane statüsü, azınlıkların hakkı konusunda bugüne kadar AKP’den farklı bir şey söylememiş bir CHP’nin kurtulma hayali ve bölünme paranoyası izah edilemez.
CHP’nin seçilmesi gerçek bir kurtuluş ifade etseydi, bu oylar bölünmesin paranoyası belki bir mana ifade edebilirdi. O nedenle, sosyalistlerin, ezilenlerin, kentlerin rant politikasıyla yağmalanmasına karşı çıkanların adayı Sırrı Süreyya Önder’dir.
Şunu soruyorlar: “Nasılsa kazanamayacak, neden yarışacak?” Bu soru, herhangi bir rekabeti araştırma şirketlerinin anket sonuçlarına indirgemekten başka perspektifi olmayan umutsuz ruhların korkudan ürpererek sordukları bir soru. Çünkü belki de kazanacak. Her halükarda aslında, seçilmese bile kazanacak. İktidarın bütün karanlık manalarını haiz olan Sarıgül, Sırrı Süreyya Önder’in karşısında şimdiden kaybetmiştir.
Aslında CHP’de oyları birleştirmeye dayalı dahiyane fikri, ömründe hiç örgütlü mücadele içine girmemiş, siyaseti basit rakamsal sonuçlarla kavrayanların tutkuyla savunması bize bir şey anlatıyor. AKP hegemonyasından CHP’nin arkaik bir figürüyle kurtulmaya çalışanları Sırrı Süreyya Önder bile kurtaramaz. (NZ/HK)