Bir tasarımcının hayatın herhangi bir yerinde, herhangi bir olguyu tasarlaması beklendiğinde, tasarımcının başlayacağı yer aldığı eğitime, çalıştığı disipline, uygulayacağı projeye göre değişir. Ama tüm disiplinlerde ya da tüm projelerde ortak olan bir şey vardır ki; o da tasarlanın olgunun “ne amaçla” tasarlandığı?
Bir meyve sıkacağı yapıyorsak, bunun ne işlevleri olmalı? Bir reklam afişi yapıyorsak, bunu görecek kişiye ne hitap etmeli? Bir film çekiyorsak, izleyicide ne hisler uyandırmalı?
Bir tasarımcının, hele bir ürün tasarımcısının hayatta yaratılan objelere ya da kavramlara karşı bakışı, onlarla kurduğu empati güçlü olmalıdır.
Çünkü bu güçlülükle ancak, engelliler için sedye, trekking yapanlar için yolculuk bastonu, dağcılar için sırt çantası, yarış severler için içecek şapkası tasarlayabilir. Çünkü bir tasarımcı, yaratacağı objenin “ne için” olduğunu düşünmelidir.
Onun yapması gereken görevleri, yani objenin “var olma sebeplerini” belirler. Bu sebepler olmaksızın o obje nedensiz bir varlık olur, bu da objenin varoluşu konusunda soru işaretleri doğurur.
Günümüzde, yani 21. yüzyıl içinde artık bu kararlar, aynı seri üretim bantlarında parçalara ayrılmış ürünler gibi bölünmüş, görev dağılımları farklı kişilere, farklı departmanlara, farklı ekiplere verilmiştir.
Bu dağılım sonucunda da ortaya çıkan hiçbir obje, 19. Yüzyılda olduğu gibi mahallesinde çalışan bir ayakkabıcının elinden çıkan ürün kadar “kişisel” değildir. Peki kişisel olmayan, bireysel iz taşımadığına inanılan bu ürünler neye göre varlar? Bu varoluşlarının kuralları kimler tarafından veriliyor?
Bir ürünü satın almanın, bir ürüne sahip olmanın ya da bir ürünü beğeniyor olmanın getirileri artık sadece o ürün ile ihtiyaç gidermenin dışına çıkmış durumda.
Bugün bir ürünü, asla kullanmasa bile insanlar sadece “sahip olmuş olmak için” alıyorsa, bununla statülerini belirlemeyi tercih ediyorlarsa, o ürünün sizin için kahve yapması ya da ayaklarınızın altını süpürmesi bir şeyi değiştirmiyor demektir. Çünkü o ürün artık sizi tanımlayan, sizi tanıtan, sizin “kimliğiniz olan” bir şeydir. O, kullandığınız sıradan bir üründen çok ötesidir.
Bu yönelim, daha önce bahsettiğim departmanların dağılımı ve bunların bir çatı altında, elinde gücü, parayı ve nüfuzu bulunduran bir kişi veya komitenin istekleri doğrultusunda gerçekleşir. Yani artık tasarımcı bir fikri, bir yeniliği kendi başına alıp oturtmak yerine bir kurum ya da kuruluşun (ya da tekil kişinin) planları ile çakışmayacak yenilikler peşinde koşabilmektedir.
Burada eğer kilit nokta olarak “planları ile çakışmayacak” olarak alırsanız bardağın boş, “yenilikler peşinde koşabilmektedir” olarak alırsanız dolu tarafı görülebilir. Bu ne demektir? Bu, gücü ya da sermayeyi elinde bulunduran kişinin yanında çalıştırdığı insanların onunla çelişen yönlerde işlem yapmasını hoş karşılamamasından başka bir şey değildir.
Yani aslında sistem ne kadar gelişkin, durum ne kadar medeni gözükürse gözüksün, aslında güç sahibinin kontrol edebileceği ölçekteki her şeyi kontrol etme isteğinden fazlası değildir. Peki bütün bu gözlemler sonunda, bu ortam tasarımcıya nasıl olanaklar ya da kısıtlamalar sunar, onu tartışmak gerekir.
Bir tasarımcının yaratabilecekleri hayal gücü ile, uygulayabilecekleri ise var olan teknolojik, ekonomik ya da sosyal imkanlar ile sınırlıdır. Yani Leonardo Da Vinci’nin “ilerici” olarak nitelendirilen tasarımları hayal gücü ile yaratılmış ama dönemin imkanları el vermediği için uygulanamamıştır. Bu imkânlardan teknoloji, aslında bahsettiğimiz tasarımcı zincirine geri döner çünkü teknolojik gelişmeler de yine aynı sınırlara sahiptir.
Ekonomik sınırlamalar ise yine yukarıda bahsettiğim, bir tasarımcının altında çalıştığı sermaye sahibi kişi(ler) ile belirlenir. Tasarımcının o ekonomik güçten faydalanabilmesi, o ekonomik güce sahip kişilerin onayını almaktan geçer. Bu da onlarla zıt düşmeyeceği, onları rahatsız etmeyecek bir tasarım ile olasıdır.
Hatta tasarımın beğenilirliği, tasarımcının alacağı desteğin miktarını değiştirecektir. Bu insan(lar) tasarımın beğenilir olup olmadığını ise kendi kıstasları ile değerlendirir(ler). Bu kıstaslar arasında halk anketleri, moda yazarlarının geleceğe dair yorumları, ürünleri tanıtacak reklamların (ya da reklam yüzlerinin) halk tarafından karşılanışı gibi dallar olsa da, özellikle Türkiye gibi gittikçe muhafazakar olmaya meyilli bir ülkede halkın ürüne tepkisi büyük yer tutar.
Daha önce bir yazımda “Muhafazakarlığın arttığı, hoşgörü ve hayatın içindeki seçeneklerin azalmaya başladığı bir durumda, çoğunluğun içinde kalan azınlığın akıbetinin olumlu olması pek mümkün görünmüyor.” demiştim.
İşte tasarımcının ve ona ekonomik destek sağlayan sermaye sahibinin kaçınmaktan memnuniyet duyacağı bir durumdur, toplumun çoğunluğuna ters düşecek bir tasarımı onaylaması. Aslında birçok halkası olan zincirin belki de en önemli noktasıdır bu ürüne tepki.
Eğer halk ürünü beğenmez ise, ürüne karşı rahatsızlık duyarsa sadece ürünü değil, tasarımcı, ürünü piyasaya sunan, reklamını yayınlayan gibi birçok kişi tepki görecektir.
O nedenle bu şirketleşmiş, kademelendirilmiş yapı aslında içinde çok katlı bir koruma sistemi içerir. Bir kişinin gözden kaçırabileceği herhangi bir “tehlike içeren durum” başka bir departman tarafından fark edilip nihai tasarım somutlaştırılmadan durdurabilir.
Sınırlayıcı gibi gözükse bile, karmaşık bir düzen olan “toplum” içinde hayatta kalması öngörülen bir ürün için aslında fena bir koruma sistemi olmasa gerek.
Bunun dışında en başta, bir ürünün “var olma sebeplerini” tasarımcının belirlediğinden bahsetmiştim. Bir tasarımcı bu aşamada bilinen bir ürün yapıyorsa bile, bu ürünün kapasitesini herhangi bir yönde arttırmak konusunda çekince duymayabilir.
Bu kararı sermaye sahibi ile desteklenir, halkın çoğunluğu tarafından da rahatsız edici olarak değerlendirilmez ise, tasarımcının özgürlüğünün kısıtlanmış olduğu söylemeye pek kimsenin hakkı olmayacaktır. Bu, bir ürünün sadece üstündeki renkler ile bir siyasi görüşü desteklemesi ile örneklenebilir.
Sermaye sahibi küçük grupların, daha büyük ekipler tarafından satın alındığı, kiralandığı ya da şirketler arası evliliğe tabi tutulduğu zamanımızda, bir tasarımcının ürününün kitlesinin kim olduğunu düşünmek gerekir.
Yukarıda bahsettiğim azınlık-çoğunluk ikilisi bir şehrin insanları, bir ülkenin vatandaşları, bir dine mensup herkes ya da (ileri gelecekte) bir Mars kolonisi olarak düşünülebilir. Ayrıca tasarım genelde gelir getiren bir ürün yapımı olarak düşünülürse, tasarımın en az maliyet ile en fazla kar getirmesini herkes tercih edecektir.
Burada “sürüm” mantığı işin içine girerse, mümkün olan en fazla insana bunu sunmak daha fazla kar elde etmenin bir yolu olur. Peki dünyanın farklı yerlerinde, farklı kültürlerle yetişmiş iki insanın aynı ürünü beğenmesi için nasıl bir tasarım gerekir?
Burada tasarımın kendisinden önce bu iki insanı buluşturacak bir platform, bir kültür altyapısı hazırlanmalıdır. Bu iki insan tarafından tercih edilecek ürünler ancak bu kültürün özelliklerini taşırsa başarılı olur.
Rap müzik dinleyenlerin giydiği eşofman altları, metal müzik dinleyen kişilerin giydiği bileklikler, Müslüman olan insanların aldıkları pusulalı seccadeler gibi örnekler hep aynı kültürün özelliklerini taşıdıkları, o kültürün mensupları tarafından benimsendiği için alınır.
İşte farklı mesleklere ait tasarımcılardan kimisi bu platformun kendisini yaratan ekibin üyesi olur, ya önceden oluşturulmuş bu platformun özelliklerini cımbızla çekerek bunları taşıyan, yenilikçi bir ürün ortaya koyar, ya da bu platformun ilerlemesi ve dağılması için gereken propaganda malzemelerini hazırlar.
Tasarımcının hızlı bir şekilde gelişen, değişen ve küreselleşen bu sistem içinde tercih edilmesi için çok sebep bulunmaktadır ama tek başına değil, bir ekibin içinde çalıştığında daha başarılı ve etkili olan bir eleman olarak.
Bu sistemin içinde her ne kadar sınırlandırıcı, baskıcı bir sistem işliyor olsa da, tasarımcının kültürün kilit noktalarını seçip bunları tüketicinin algısına sunarak yapabileceği şeyler çeşitliliği korunmakta, hatta artmaktadır. (SK/EÖ)
KAYNAKÇA:
1. http://www.bianet.org/bianet/bianet/125077-uygunsuz-oturup-dogru-konusmak