Bu topraklarda yetişmiş nice kadın var, güçlü, mücadeleci, “gelecek güzel günlere inanmış” ve onun için yaptıkları, yapmayı göze alacakları, öyle her babayiğidin kolayca göze alabileceği şeyler olmayan…
Dönüşüm Gazetesi satarken hatırlıyorum Şirin’i, Büyük Sinema’nın kapısının önünde… Tok sesleriyle bağırıyorlar, gazetenin manşetlerini. Aslında, bu bir meydan okuma. Bu bir yüreklilik ve her şeyi göze almış bir gözü karalık… Sadece üç-dört kişiler. Ve böyle bir şey pek de görülmüş değil o güne kadar. Elbette gazetelerini bağırarak satmıştır, bütün devrimciler, dünyanın her kentinde ve Türkiye’de, daha önce de. Ama yine de öncü bir tavır, Şirin’in cesaret ettiği şey. Saldırı çeken bir iş yaptıkları... Polis de saldırabilir, sağcılar da… Daha o zaman örgütlenmiş bir milliyetçi-ülkücü militanlık henüz başlamamışsa da sola karşı, 1967’lerde, saldırı ve zorbalıkla susturmaya çalışma, insanların gözünü yıldırarak o güne kadar yapılmamış şeylerin yapılmasını engelleme ve buna benzer sağ kaba kuvvet para-militarizmi her zaman vardı. Yazmakta olduklarım, aşağıya yazacaklarım, elbette, benim kendi kavrama, algılama ve düşünebilme kapasitemle sınırlı. Yoksa mutlak olarak dönemin doğru bir panaromasını çizme iddiasında olmayan şeyler…
Ama Şirin, öyle gözü çabucak yıldırılacak biri değildi.
Siyah düz saçları beline kadar uzamıştı. Dik ve sağlam duruyordu. Yere sağlam basıyordu ayaklarını. Kendine güveni kuşkusuzdu ve tehditler karşısında gözünü bile kırpmayacağı apaçıktı.
Şirin 1960’ların devrimci öğrenci kızlarından biriydi; ama güçlü, korkusuz, güvenilir olanlarından biri... Sade ve iddiasız giyimi, makyajsız yüzü, ince ve çıtkırıldım olmaya hiç niyeti olmadığını gösteren tavrı, dıştan bakıldığında ayırt edici özellikleriydi.
Daha fazla tanımak gerekiyor Şirin’i… Dış görünüş yeterli değil. Tekrar gözden geçiriyorum, “Şirin’de ayırt edici olan neydi?” diye. Belki de diyorum, onu, en azından bizim çevremizde biricik kılan şey, hem taşradan/ kırdan/ kent olmayan bir yerden gelmiş/ hem kadın, hem de sosyalizm konusunu, artık bütün kuşkularını çoktan geride bırakacak düzeyde öğrenmiş ve bu bilgisine olan güvenini sağlam bir biçiminde pekiştirmiş, kendisine yakıştırmış ve yaşamını öyle biçimlendirmiş olmasıydı.
Gerçi çok sayıda başka kadın vardı sosyalist hareketin içinde ama hemen hemen hepsi oldukça güçlü bir “kentli aile” geleneğinden geliyorlardı. Onların özgürlük talepleri ve beklentileri, dünyayı değiştirme özlemleri ve bu mücadelede yer almaya karar vermeleri de kolay değildi elbette, ama Şirin’in geldiği yerden gelerek bu tutumu benimsemiş başka birine rastlamak, o günlerde kolay değildi. Böyle olduğu için de Şirin, kent kökenli aileden gelmiş olan herkesten daha rahattı, toplumun içinde. Hepimizin yakın olmak gerektiğini bildiğimiz, daha yoksul, gecekonduda yaşayan, “işçi/ emekçi” dediğimiz, (sınıfsal olarak nerede bulunduğunu tanımlamak daha zor sosyolojik bir problem gibi duran –geçiş- toplumunun) çeşitli kesimleri arasında daha rahattı Şirin.
Onu farklı kılan galiba buydu: Geldiği yer nedeniyle, onu topluma daha yakın yapan (hadi adını koyalım: burjuva olmayan) özellik. Ancak bu özellik sadece, “devrimcilerin sahip olabilecekleri çeşitliliği ve böylece başka türlü özellikleri olanlarla birlikte gücümüzü artırdığı için önemliydi. Hepsi bu kadar… Bu tür farkların ne övünmeye, ne de yerinmeye neden olabilecek bir yanı yoktu o günlerde. Şirin de farklı özellikleri olduğu, farklı güçlülüğe sahip oluğu için bir ayrıcalığı olduğunu düşünmüyordu. O kardeşçe beraberliği, herkesin kendi özellikleriyle genişlettiği ve nitelik kazandırdığı bir toplumsallık olarak tanımlıyorduk o zamanlar. Bu, sorgusuz-sualsiz, herkesin kendi yetenekleriyle yerini aldığı bir kardeşlik- dostluk ortamıydı. Şirin’in de içinde yer aldığı, dostane ilişiklerini kolayca çoğalttığı bir toplumsallaşması vardı sol kesimin, o yıllarda…
Şirin ile Sinan, neden bilmiyorum, bütün zamanlarda geçerli olabilecek bir “kız-erkek arkadaşlığı” dönemini uygun bulmadılar. Onlar tanıştıktan çok kısa bir süre sonra hemen evlendiler. Bu belki, burjuva ahlak normlarını benimsememekle, ret etmekle ilgili bir göstergeydi. Evlendiklerinde ikisi de öğrenciydi. Taylan, doğduğunda da ikisi de öğrenciydi. Belki de bu çok erken evlilik, çok erken bebek, ikisinin de önlerindeki zamanın ne kadar kısa olabileceğini hissetmiş olmalarından doğuyordu.
Zaman, her şeyin olmasının beklenebileceği “gebe” bir zamandı. Herkes bir şeyler olabileceğini hissediyordu, bir şeyler bekliyordu (çünkü zaten hepimiz, bir şeylerin değişmesi için çok çaba gösteriyorduk) ve toplumsal gerilim hızla artıyordu. Biz sosyalist bakış açısına sahip olan çocuklar/yeni yetmeler/gençler, Türkiye’nin bizi kolayca gözden çıkartmayacağı kadar değerli olduğumuzu düşünüyorduk. Bunda ne kadar yanıldığımızı, Sinan’ın vurulmasıyla öğrendik. Safça ve çocukça bir bakıştı kuşkusuz ama içtenlikli, kendine güvenen ve yaptıklarıyla toplumun içinde kendine bir yer, bir destek, bir sempati uyandırmış bir topluluktu sosyalist öğrenciler- gençler topluluğu. Böyle olduğunu düşünüyorduk ama bunun ne kadar kırılgan ve ne kadar çabuk tersine çevrilebilir bir durum olduğunu hiç birimiz bilmiyorduk sanırım.
Şirin böyle bir sosyalist gençler- öğrenciler grubunda, galiba daha ihtiyatlı, daha sabırlı ve soluklu, daha gerçekçi bir bakış açısına sahipti. Belki Şirin’i farklı yapan özelliklerden birisi de, sahip olduğu bu gerçeklik duygusuydu. Ayağını sağlamca yere daha basmış bir gerçeklik duygusu…
Ama toplum (acaba topluma haksızlık mı ediyorum?) onu da, ayağını bunca sağlam bastığı topraklardan savurdu ve sürgüne gönderdi. Şirin kadar inanmış ve yiğit kızını da, kendi ülkesinde ölemeyecek kadar bu topraklardan uzaklaştırdı. Şirin’in inandığı toplum, giderek güç ve iktidarın belirlemelerine daha açık ve onun karşısında daha çaresiz, başkaldırabilme arayışından daha uzak ve yoksun bir niteliğe doğru evrildi.
Hepimiz kaybettik… Bu, daha iyi olma arayışının kaybı Türkiye için. Ya da “daha iyi olmayı” emeğine, kendi yaratıcı zekâsına, dostane ve barış içinde yaşayan bir toplumsallaşmaya bağlamayan bir gelecek arayışının kazanımı…
Şirin’i ve Sinan’ı ve onlar gibi nicelerini koruyamadığında, korumaya cesaret edemediğinde toplum, galiba zaten kaybetmeye 1970’lerde başlamıştı. Yeni tercihleriyle, artık başka bir seçim yapmış, arayışını artık “sol”dan çok uzaklaştırmış bir toplumda yaşıyoruz artık. Sosyalistler yeni şeyler söylemeyi başarana kadar da, giderek azalan 1960’lar kuşağını birer birer uğurlamaktan başka bir şey olmayacak gibi. Şirin’in ve “yeni bir dünya” için her şeyi göze aldığı için öldürülen dostlarımızın bizden sonra da anılabilir olması, galiba, biraz da bu “yeni şeyleri” bulup söylemeye bağlı. Şirin’in inanmış gençlik anısı, böyle bir arayış için de, yol gösterici olacaktır.(AU/EK)