21-29 Ekim 2016 tarihleri arasında İran’ın artık klasikleşmiş turunu yaptık.
Hazırlıklar neredeyse bir yıl önce başladı. Altı ay önce de kesinleşti.
Doğru bir kararla önce Şiraz’a uçtuk. Sonra dönüş noktamız Tahran’a kadar otobüs kullandık. Tersi de olabilirdi ama bu kadar keyif almazdık.
Sadece Türkiye’de değil İran’da da turizmin duayeni (abisi) kabul edilen ve değer verilen sevgili Teoman’ın (Göral) liderliğindeki Adalı grubumuza, İran turlarının pek bilinen ve sevilen rehberi Ferhat eşlik etti.
Baştan şanslı olduğu belli olan bir gruptuk yani.
Aslında İran’a, Hindistan-Nepal gezimiz sonrasında karar vermiştik. Hayli çarpıcı ve sarsıcı olan bu turun sonunda, bir bölüm katılımcımız, benzer coğrafya ve kültürlere mesafe koymaktan yana olmuştu, en azından bir süreliğine.
Bizse, eşim ve bir arkadaşımızla, Hindistan’ın peşine hepi topu üç ay sonra Özbekistan-Kırgızistan ve Kazakizstan’ı da kattığımız için daha da hazırdık İran’a.
Hindistan turumuzun baş eserleri, Moğol ve Türk boylarından gelen ve Mugal (Babür) olarak adlandırılan hanlıklar dönemindendi.
İsfahan Nakş-ı Cihan Meydanı
Yerel Hindu krallıklarıyla ve kültürüyle halhamur müthiş renkli-canlı ve estetik eserler yaratmışlardı. Bilinen en ünlüsü Tac Mahal, Mugal hanı Şah Cihan’ındı ve Agra, Jaipur ve Delhi bu eserlerle parlıyordu.
Zaten biraz da bu nedenle teklife evet deyip kendimizi Özbekistan’a atmıştık. Özbekistan turumuz sonrasında gezi anılarına şu değerlendirme notunu düşmüşüm:
“Bizi buralara, Hindistan sürüklemişti. Hindistan’daki Mugal Hanlarının (Aksak Timur’un torunları) yarattıkları uygarlıktan, devasa eserlerden çok etkilenmiştik. Bu kadar yakıp yıkıcı bir topluluğun böylesine ince zevk sahibi olacağını, bilim, fen, kültür ve sanatta bu kadar gelişebileceklerine akıl sır erdirememiştik. Hani Cengiz’le başlayıp Timur’la devam eden, taş üstünde taş bırakmamacasına yakıp yıkan, yüreklere korku salan Moğol boylarından söz ediyorum. İşte bu boyların ardıllarının, bu coğrafyada zaten var olan Türk topluluklarla hemhal olarak yarattığı uygarlığa, eserlere Hindistan’da tanık olunca bütün önyargılarımız da sarsılmıştı. İşte bunun izini biraz daha sürelim diye geldik buralara.”
Ama hem Kuzey Hindistan’da çok etkilendiğimiz eserlerin bulunduğu Agra, Jaipur ve Delhi gibi şehirler, hem de Özbekistan’ın ünlü Buhara ve Semerkant’ı ile, o güne kadar ismini bile bilmediğimiz ama görünce çok etkilendiğimiz küçük Khiva hep, İsfahan’ı ve Farsi kültürünü işaret ediyordu.
İsfahan ve İran’ı görmeden bizim için taşlar yerine oturmayacak, bir şeyler hep eksik kalacaktı. Buraları tavaf etmiş Sadun da hep aynı şeyi söylüyordu.
Boşuna dememişlerdi İsfahan için “Nısf-ı Cihan -Dünyanın Yarısı” diye.
İran’ı gezip gördükten sonra duygularımızı tek kelimeyle özetleyebiliriz: Yanılmamışız.
Hadi biraz daha süsleyelim.
Her açıdan çok güzel bir gezi oldu.
Hiç bir sorunla karşılaşmadık.
Zamanlama çok iyiydi. Hava limon gibiydi. Ne sıcaktan yandık, ne soğuktan üşüdük.
Bu tarih, İran’ın yüksek sezonuydu ve özellikle Avrupa ülkeleri arasında son bir iki yıldır İran modaydı. Gerçekten de büyük yoğunluk vardı gezdiğimiz bütün yerlerde.
İran’ın bizim dolaştığımız şehirler arası yolları pek güzeldi. Hemen tamamı duble yol ve iyi standarttaydı. Yani yormadı. Tahran dışında trafikten rahatsızlık duymadık.
İran’ın 3000-3500 yıllık zengin tarihini hemen her boyutuyla tanıdık. Küçük çaplı birer İran tarihi uzmanı olduk denebilir.
Akameniş kralı Kuriş'in mezarı
Dünyanın ilk tek tanrılı dinleri arasında sayılan Zerdüştlüğü, Pers diye bildiğimiz Akamenişleri, onların ünlü imparatorları olan Kuruş ve Daryüş’ü, Sasanileri; Şiiliğin doğuşunu, Alevilik ile hiç ilgisi olmadığını, 12 imamı, İmam Cafer, İmam Rıza ve Hüseyin’in İran için ne kadar önemli olduğunu; mimari estetiğin doruğunu yaratmış Büyük Selçuklu’yu, dönemine damga vuran ve birlikte aynı okul sıralarından geçtikleri iddia edilen Nizam-ül mülk, Hasan Sabbah (Haşhaşilerin kurucusu) ve Hayyam’ı; Osmanlı’nın rakibi Safevileri ve elbette Şah İsmail, Tasmab ve Abbas’ı; büyük depremden sonra Şiraz’ı Şiraz yapan Kerim Han’ı; önce işgalci Afganlara, ardından Hindistan’a yaptığı seferlerle İran’dan kaçırılan mücevherleri fazlasıyla geri getiren ve böylelikle Tahran’daki Mücevher Müzesi’nde göz kamaştıran zenginliğin yaratıcısı sayılan Nadir Şah’ı; bizim Osmanlı’nın gerileme dönemine denk düşen, müsriflik, kötü yönetim, borçlanma ve bizdeki gibi kapitülasyonlarla anılan ama Gülistan Sarayları da dahil inşa ettirdikleri dönem binalarıyla Tahran’ı Tahran yapan Kacarları, Pehlevileri ve elbette Humeyni ile başlayan yeni dönemi anlamaya, sindirmeye çalıştık.
Ön okumalar işe yaradı ama Ferhat olmasa her şey yerli yerine bu kadar oturmaz, kafamızdaki soru işaretleri bu kadar kolay ortadan kalkmazdı.
50 yaşlarındaki Ferhat, Türkiye’de satılan birkaç Türkçe İran rehberinden birinin yazarı. Üniversiteyi Fransa’da okumuş. Turizme İstanbul’da Net Holding’de halı satışıyla başlamış. Tahran’da bir üniversitede turizm ve rehberlik üzerine dersler de veriyor. Türkçe ve Fransızcada aranan bir rehber, acenta. Bir yandan bizi gezdirirken, bulduğu aralarda hababam iş bağlıyordu telefonuyla.
Bu kadar donanıma karşın o kadar da mütevazı. Her konuda yardımcı. Gönülden. Severek.
Şiraz Hafız'ın türbesi
Her sabah geziye İranın o ünlü şairlerinin, Firdevsi’nin, Hayyam’ın, Hafız’ın, Sadi’nin ve daha nicelerinin Farsçada ve Türkçede, ezberden okuduğu şiirlerle başlamaktan daha güzel ne olabilir? Farsça müthiş bir şiir dili gerçekten de. Süslü, ağdalı, fonetik.
Hindistan’dan Türkiye’ye, bütün coğrafyayı etkilemiş olması boşuna değil.
Selçuklu zaten öyle de, bizim Osmanlı sarayının bütün odalarında şiir, edebiyat ve müzik Farsçada vücut bulmuş. Taa 18. yüzyıla kadar. Mesela Sultan Süleyman’dan Yavuz’a ve III. Selim’e kadar divan şairi olarak anılan padişahlar şiirlerini, divanlanını Farsçada kaleme almışlar.
Bürokrasi ve bilim dilinde de Farsça etkili olmuş. Türkçeye bir çok kelimenin Farsçadan girmesi boşuna değil.
İran’ın halk arasında çok bilinen ve tanınan şairi Hafız’ın Şiraz’daki kabri, İranlıların şiire ve şairlerine düşkünlüklerinin göstergesi. Kocaman, çok iyi düzenlenmiş, selviler altında güllerle bezenmiş anıt mezarı, yediden yetmişe İranlıların ziyaretgahı. Her daim kalabalık. Akşam gün batımı sonrasındaki ziyaretimiz Ferhat’ın ezberden okuduğu şiirlerle başladı. Sonra da Yahya Kemal’in Hafız için yazdığı Rindlerin Ölümü şiirini Münir Nureddin Selçuk bestesi ve sesiyle dinlemek, hepimize pek iyi geldi. Duygulandık.
İranlılar ve İran yönetimleri, tarihlerine de düşkün. Dönem dönem reddi miras olsa da, resmi tarih yazımı ve milad bizdeki gibi yönetimden yönetime değişse de, esas olarak tarihlerinin bütününe ve onların yarattığı eserlere saygılı. Turizmin de etkisiyle, hemen her şehir ve ören yerinde Unesco Kültür Mirası listesine girme seferberliği var. Kriterler dikkate alınınca restorasyonlar da, yönlendirmeler de, çevre düzenlemesi de ona göre şekilleniyor. Yezd’in tarihi dar sokaklarındaki hummalı faaliyet, yapılan temizlik ve işlevlendirmeler hoşumuza gitti.
Tarihi meydanlar ve yapıların çevre düzeni ve görselliği için, kat yüksekliği fazla nispeten yeni binaları tıraşlamalarına ise bayıldık, gıpta ettik. Gülistan Saraylarını çevreleyen Pehlevi dönemi sevimsiz hükümet binalarının yıkım kararı ise bizi mest etti.
Bu arada grubumuzun turizmci üyesi Teoman hatırlattı. Ne de olsa onun ilk seferi değil ve karşılaştırmalı gözlem imkanı var. Dedi ki, “Yerel halk, turizm ve servis sektöründe iş tutmaktan-çalışmaktan, küçük esnaf alım satımdan, yani yaygın bir kesim turizmden bir şeyler kazanmaya başlamış ve memnun. Bu çok çok yeni bir şey.”
İran’ı 2015 rakamlarıyla 5 milyondan biraz fazla yabancı ziyaret etmiş. Bunun yaklaşık yarısının, Şii coğrafyasından insanların, önemli dini merkezleri ziyaret amacıyla gelişleri olduğu düşünülüyor. İş amacıyla ziyaretleri de dışlarsak, 1.5-2 milyon ziyaretçiden söz edebiliriz. Bizim 80’li yılların Anadolu turlarına katılan ziyaretçileri gibi yani. Ama bu talep giderek artıyor. Özellikle de batıdan…
İranlılar misafirperver, canayakın. Hiç bir yerde yabancılık çekmedik. Zaten adım başı bir Azeri Türküne denk geldiğiniz için meramınızı anlatmanız da zor olmuyor. Azeri Türkleri, özellikle turizm gibi hizmet sektöründe pek baskınlar. Tahran’da da taksilerde.
Kadınlar yaşamın içinde. Her yerde. Otelde, lokantada, pazarda, işyerlerinde, dini mekanlarda.
Kum, Yezd gibi biraz daha mutaassıb yerler dışında giysilerinde de rahatsızlık verici bir şey yok. Başörtüleri saçlarının ancak yarısını örtüyor. Gençlerde kadın erkek, yan yana, elele, kol kola. Öyle kaç göç yok.
Grubumuzun kadın üyelerine, varla yok arası başörtüsü pek yakıştı. Başlangıçta tedirginlik vardı ama sonra hepten yok oldu. Kum ve Yezd’de Şiiler için çok kutsal sayılan mescidlere kadar girdik. Tamam oralarda çarşaf zorunluluğu var ama, bu da aramızda eğlence oldu o kadar…
Gülistan Sarayı
Persepolis
Şiraz, Yezd, İsfahan ve Tahran ana durak noktalarını kapsayan ve aralarda Persepolis, Abyaneh, Kum, Kaşan gibi önemli yerleri de içeren turumuz sekiz gün sürdü. Ana durak noktalarında ikişer gece konakladık. İsfahan hariç yeterliydi. İsfahan’a üç geceleme koymak gerekiyor diye düşündük. Çünkü şehre varış günü yolda geçiyor. Kalan tek gün de İsfahan’a yetmiyor. Ferhat, sadece İsfahan için gelenler olduğunu söylüyordu. 3-4 gün ayırarak. Lonely Planet’e kalırsa, bu turun hakkı 2 hafta.
Ferhat’tan uzağı kadar, yakın İran tarihini de dinledik bol bol. Hadi Pehlevilerin ne kadar kötü olduklarını anladık da, Humeyni ile başlayan ve İslam devrimi diye adlandırılan ve an itibariyle devam eden döneme ilişkin güzellemeler biraz sıktı.
Tamam, birçok şey bundan 5-10 yıl öncesi gibi değil ama otokrasi devam ediyor. İçerideki ve dışarıdaki gelişmelere göre zaman zaman sertleşse de genel gidişat yumuşamayı ve çözülmeye doğru ama rejimin karakterini değiştirmiyor bu durum.
Başta gücünü Allahtan ve halktan alan bir kişi var. Dün Humeyni idi, bugün Hamaney. Ana eksen onun tarafından belirleniyor. Sapmalar olunca müdahale geliyor. Seçilen cumhurbaşkanları, başkanlık rejimlerinin başbakanlarından farklı değil. Molla ve hukukçulardan oluşan 12 kişilik Muhafızlar Konseyi, parlamento kararlarını veto etme yetkisine sahip. Hatemi liderliğindeki reformcu ve “liberal” kanat büyük umut uyandırmış, iki seçimde de (1997 ve 2001) üst üste yüzde 70 destek bulmuştu ama yapabildikleri, değiştirebildikleri çok sınırlı kaldı ve özellikle değişim bekleyen genç kesimde büyük hayal kırıklığı yarattı deniyor.
2015 cumhurbaşkanı seçimlerinde yine reformcu olarak bilinen Ruhani’nin Ahmedinejad karşısında yüzde 51 ile kazanması bile heyecan yaratmış değil.
Mollaların, Ayetullahların ticari ilişkileri, yolsuzlukları dillerde. Tahran’da bindiğimiz tüm taksilerin şöförleri veryansın ediyorlardı.
Tamam, haklarını yemeyelim, ABD öncülüğündeki ambargodan çok çektiler ama bu durum meseleyi açıklamaya yetmiyor. Ambargonun yumuşaması bir umut yaratsa da, sistem değişmeden sorunların aşılacağına ilişkin bir beklenti yok.
Bütün bunlara ragmen, konuştuğumuz beyaz yakalı ağırlıklı İranlıların Türkiye’yi yakından izleyip bizler için üzülmeleri de ironik bir durum. Üzüntüleri, daha doğrusu kaygıları patlayan bombalardan çok Erdoğan’ın ve AKP’nin yapıp etmeleri ile ilgili.
Sokaktaki insanlar bile Erdoğan deyince yüzlerini buruşturuyorlar.
Nereden nereye?
İran mutfağının her türünü tattık.
Otellerde de yedik, şehirlerin iyi lokantalarında da, yol üstü durak noktalarında da. Artık hepsinde belirli bir standart oturmuş. Hijyen sorunu yaşanmıyor. Tuvaletleri temiz. Ve lezzet, bizim ağız tadımıza uygun. Tamam, onlar da çok baharat kullanıyor ama Hindistan gibi ilk gidenler için rahatsızlık verici boyutta değil. Yemekler iyiydi iyi olmasına ama tatlılar tam bir hayal kırıklığı oldu. Aslında bildiğimiz tatlı türleri. Ama hem çeşit az, hem de tad vermiyor. Yezd’in Emir Çakmak meydanına bakan ünlü ve asırlık tatlıcısı Hacı Halife de dahil olmak üzere hemen her sofradaki seferimiz hüsranla sonuçlandı. Kebapları için de aynı şeyi söylemek lazım. Nerede aynı coğrafyada sayılan bizim Antep ve Urfa’nın kebap ve tatlıları, nerede İranınkiler.
İran’da alkollü içki yasak, bilindiği gibi.
Yasak THY uçağında başladı. Business dahil, ne giderken, ne de dönerken alkollü içki servisi yok.
Zaten duyuyorduk, yaşadık da. Yasak, mahremin başladığı noktada bitiyor. Tıpkı başörtüsü gibi. Evlerinde şarap yapanlar bile var. Tabii müthiş bir dağıtım ağı.
Neler mi aldık?
Alışveriş için en doğru yer İsfahan. Buna hep birlikte karar verdik. Kapalıçarşısı 16 km uzunlukta, çok renkli ve türlü dükkanların yan yana sıralandığı bir pazar yeri bu. Nakş-ı Cihan diye bilinen ve İran’ın en büyüğü olan meydanın çevresi, meydana açılan yolların tamamı çarşı zaten. Fazla uzaklaşmaya, yer aramaya gerek yok. İsfahan’ın halısı kadar, mine işleri, hatem işçiliği ile çerçevelenmiş minyatürleri de hediyelik arayanlar için. Tabii sürmelikleri de. Biz kafamıza koymuştuk, halı aldık, mineyi nasılsa Tahran’da da buluruz dedik ama yanılmışız. Tahran çarşısı tam bir kaos. Alışveriş bir süre sonra işkenceye dönüyor.
En çok nerelerden ve ne yapmaktan hoşlandık?
İlk üçü sıralamaya koyarsak İsfahan başa, Yezd ve Şiraz arkasına takılır.
Sessizlik Kuleleri
Şiraz’da Hafız’ın Türbesi, aynalı işlemeleriyle Şah Çerağ türbesi, Persepolis, Yezd’de Sesizlik Kuleleri ve daracık sokakları, İsfahan’da Nakş-ı Cihan Meydanı, Ulu Cami, 40 Sütunlu Saray ve Ermeni Mahallesi, İsfahan ile Kashan arasında, ana yoldan 30 kilometre içerideki Abyaneh köyü, Kum’da Fatıma’nın türbesi, Kaşhan’daki zengin evlerinden biri, Tahran’da Gülistan Sarayları, Mücevher müzesi ve programda olmamasına ragmen fırsat yaratıp gittiğimiz Cam Eserleri Müzesi gezinin olmazsa olmazları arasında en başa konabilir.
Eğlence ve animasyon dersek fazla bir şey yok. Yezd’de idman ve ibadetin içiçe sunulduğu bir gösteri türünün sergilendiği Zorhaneler ilginç bir deneyim ama doğrusu bizi heyecanlandırmadı, 1 saatlik biteviye hareketler ve müzik, biraz da sıktı.
Kısacası. İran’dan, keyifli, çok şey öğrenerek ve mutlu olarak döndük ülkemizin karanlık gündemine. (HB/EKN)