Haydi kalk bir çay demle. Sıra bizde değil bu gece de…
Önüm arkam sağım solum yasak.
Nusaybin’de biterken Derik’te başladı sokağa çıkma yasağı. Şehrimin ilçeleri, ‘elim sende’ oynamıyor oysa. Korkarım Nusaybin’de sokağa çıkma yasağının yinelenme olasılığı da hala tepemizde sallanıyor.
Bir mizah tweet’inde diyordu ki “Bazen hiç tanımadığım biriyle oturup dertleşmek istiyorum.”
İşte ben bu aralar hep böyle hissediyorum.
Aslında ben bu aralar, hepinizle dertleşmek istiyorum.
Hepinize anlatmak istiyorum buralarda yaşadıklarımızı. Ya da yaşamadıklarımızı. Ama en çok da yaşamak zorunda bırakıldıklarımızla yaşayamadıklarımızı…
Bugün bir arkadaşımla konuşuyordum. Kürt olduğunu uzun yıllardır bilen ve değişik pozisyonlarda bunu söylemiş, eylemiş kişilerden. Şimdilerde de belediye meclis üyesi. Tüm bu sokağa çıkma yasaklarının, beni derinden etkilediğini ve canımın nasıl yandığını anlatıyordum ona. O da bana yaşadığı ilçedeki insanlarda her gün daha da derinleşen psikolojilerden, insanların birbirlerine de sitemlerinden bahsetti.
Topla, tüfekle ölmeyenler, depresyondan ölecek sonunda dedim. Gülerek “Korkarım haklısın” dedi.
Benim açımdan işin en zor taraflarından birisi, yılgınlık hissetmeden ama kızgınlık da hissetmeden hala hissedebilmeye devam edebilmekte.
Bu coğrafyanın devrimci, demokrat, yurtseverleri için ne yazık ki alışılmış bir duygudur; “hayatta kalmanın suçluluğu”. Maraş’tan Çorum’a, Amed’ten Ulucanlar’a, Sivas’tan Reyhanlı’ya, Soma’dan Roboski’ye, Sarıkamış’tan Dersim’e, Suruç’tan Ankara’ya. Liste öyle uzun ki bu topraklarda. Biri bitmeden diğerini yaktığınız sigara bitimsizliğinde bizde acı ve ölüm.
Öyle ki canınız acır da, canınızın acımasından canınız bedeninizde diye utanırsınız her bir sonrakinde. Ama en sonunda yine dimdik ayakta kalırsınız. Bazen umudunuzdur sarıldığınız, gelecek güzel günlere olan. Bazen de öfkeniz sizi ayıltır, dalmak üzere olduğunuz kahırdan. Ve her seferinde hisseden her hücreniz acısa da, daha gür çıkar sesiniz isyanınıza.
Bunca gidenin ardından hissetmemek neredeyse mümkün olmaz, nefes almanın ağır yükünü.
İşte biz, şimdilerde buralarda, yeni suçluluk duyguları deneyimliyoruz hep birlikte. “Sokağa çıkabilme suçluluğu.”
Kapının eşiğinden bir nefes daralmasıyla adım atmak…
Yanı başında insanların kapı dışarı çıkamadığını bilerek kaldırımda yürümek ne zormuş meğer. Gece olup da dışarıdaki sesler kesildiğinde, hemşehrinin bu gece de top ve silah seslerinden sabaha dek uyanık kalacağını bilerek uykuya dalmak ne zormuş. Evi havalandırmak için pencereni açtığında, komşunun “atmosferine sinen biber gazı” yüzünden camı çerçeveyi sımsıkı kapatmak zorunda olduğunu hatırlamak ya da.
Nusaybin halkı yasağı zaten kendisi kaldırıp sokaklara taşmıştı sonunda ama, devletin de sokağa çıkma yasağını kaldırmasının ardından herkesçe görünür hale gelen yıkım gerçekten korkunç. Şimdi sıra Derik’te. Ne kadar süreceğini bile bilmiyoruz üstelik yasağın ve yasağın getirdiklerinin.
Tank sesinden daha öldürücü olanın insan sessizliği olduğunu haykırıyor her sıra kendisine gelen. Doğru da söylüyor. Daha önce de söyledim, hala da söylemeye devam edeceğim; en büyük çaresizlik bizim sessizliğimiz.
Önüm arkam sağım solum yasak, öyle zor ki bu yasakla yaşamak. İşte ben şimdilerde hep ve hepinize anlatmak istiyorum… Bütün tanımadığım insanlarla dertleşmek istiyorum. Mardin’den kalkıp da Mazıdağı’na kadar gidince, az daha ilerideki Derik’te yoğun çatışmalar olduğunu bilmenin kederini. Hepinize anlatmak istiyorum, yolda yürürken kaldırımın ayaklarımın altından çekildiğini hissedişimi.
Yasakla yaşayanların içinde bulunduğu durum çok daha vahim elbette. Özgürce evinin önüne inememek, pencereyi kapıyı açamamak, sokağa perdenin ardından bakmak. Geçtiler bunları, en çok da onlar evlerinin duvarları arasında hapsedilmişken, duvarların dışında olanların onlar yerine neden ses olamadığını anlayamamak.
Bütün bu görünememe kabusunun ortasında her sabah yeni bir kabusa uyanan ülkemde, cumartesi sabahında da arkadaşım, yoldaşım, meslektaşım Tahir Elçi’nin ölüm haberiyle sarsıldım. Meslektaşlar olarak toplanıp Amed’e gittiğimizde yol boyu bu bilgi zihnimden bir gidip bir geliyordu. Olmuş olamaz, Tahir öldürülmüş olamaz. Üç yaşındaki bebekten yaşı 75’e varmış Kürde kadar ölümlerin olduğu bu günlerde, bir baro başkanının da Kürt bir avukat olarak öldürülmüş olmasında inanılmaz yan neydi göremesem de, yine de inanamıyordum bir türlü.
İnsan hakları alanında çalışıp da Tahir’le tanışmayan neredeyse yoktur ve benim de çok eski arkadaşımdı Tahir. Daha Mardin’e taşınmadan, İzmir’de yaşadığım zamanlardan bu yana tanıdığım ve birlikte mücadele verdiğim…
Morga gidip oradaki avukat arkadaşlarla gözyaşları içinde birbirimize sarıldığımızda zihnimdeki bütün görüntüler, sesler, var oluşlar silindi. Daha birkaç gün önce hep birlikteydik, Nusaybin’e ses olabilmek için. Ancak morgdan çıktığımda morgun etrafındaki o sessiz ve muazzam kalabalığa baktığımda, Amed’in etrafımda döndüğümü hissetmekten başka hiçbir şey algılayamıyordum. İki avukat arkadaşım koluma girdi Baroya kadar.
Baroya vardığımızda olay yerinde olan avukat arkadaşlar ve her yerden gelenler konuşuyorlardı “yakın mesafe”, “uzak mesafe”, “çatışmanın ortasında kalmış”, “tek el ateşle katledilmiş”, “yanına gitmek isteyen avukatları polis hakaretlerle uzaklaştırmış”… Algı eşiğimin dışında uçuşuyordu sanki bütün konuşmalar. Sesler, görüntüler, insanlar.
Bu yasak da bu savaş da sonunda hepimizi yakacak. Korkarım gün gelip barışacak kimse kalmadığında barış da bir hayal olacak.
Tahir Elçi söylemleriyle ve eylemleriyle çeyrek yüzyıldan fazla bu topraklarda barışın gelmesi için mücadele eden bir hukukçu ve insan hakları savunucusuydu. Aynı birkaç gün evvel gelip Nusaybin için çabaladığı gibi, bugünlerde de Derik için gelecekti Mardin’e. Şuanda Derik’te sokağa çıkma yasağı devam ediyor ve biz Tahir’i, yoldaşımızı, dostumuzu, meslektaşımızı, başkanımızı toprağa vermeye gidiyoruz.
Kaybımız büyük ve acımız derin. Acımız yangın.
Yeter artık çay demleme, haydi kalk sıra bizde! (ÖDM/EKN)