*Twilight/ Eye of the Beholder bölümünden.
Uyarı: Bu yazı filmin sürpriz gelişmelerini ele vermektedir.
1960'larda CBS televizyonunda yayınlanan Alacakaranlık Kuşağı'nın "Eye of the Beholder" adlı bölümünde yüzü sargılar içindeki bir kadının hastane odasındaki endişeli bekleyişine tanık oluruz.
Bir dizi başarısız ameliyattan sonra geçirdiği on birinci ve son yüz ameliyatının başarılı olup olmadığını görmek için sabırsızlanan kadının tek dileği "normal" görünmektir.
Aksi takdirde toplumdan ilelebet dışlanıp kendisi gibi "ucubeye" benzeyenlerin yaşadığı koloniye gönderilecektir. Adını "güzellik bakanın gözündedir" atasözünden alan "Eye of the Beholder" (Bakanın Gözü), güzel/çirkin, normal/anormal karşıtlıklarını tersyüz eden sürpriz bir finalle sona erer:
Ameliyat başarısız olmuştur olmasına ama gelin görün ki kadının yüzünde herhangi bir fiziksel kusur ya da şekil bozukluğundan iz eser yoktur.
Bilakis asıl ucubeye benzeyenler, final sekansına dek yüzleri hep kadraj dışında kalan doktor, hemşire, kısacası normal addedilen insanlardır.
"Herkes gibi değilseniz, anormalsinizdir," der normalliğin ideolojisi üzerine kafa yoran Fransız kuramcı Michel Foucault, "anormalseniz hastasınızdır. Birbirinden tamamen farklı bu üç kategori, yani herkes gibi olmama, normal olmama ve hasta olma, bir ve aynı şeye indirgenmiştir."
Herkes gibi olmayan "anormalliği"
*Grans filminden.
Danimarka'da yaşayan İranlı yönetmen Ali Abbasi'nin ikinci uzun metrajı Sınır'ın (Grans, 2018) merkezinde de "Eye of the Beholder"da olduğu gibi toplum tarafından çirkin ve anormal olarak damgalanan bir karakter var.
"Güzelliklerin farkına var" sloganıyla görücüye çıkan Sınır, güzel/çirkin, normal/anormal gibi ikili karşıtlıkların altını oyan bir hikaye anlatıyor.
Herkes gibi olmadığı için "anormal," çirkinliği kromozom bozukluğuna atfedildiği için "hasta" sayılan Tina'nın hikayesini. İsveç kıyılarındaki bir liman şehrinde gümrük memuru olarak çalışan Tina, dış görünüşüyle hep alay konusu olmuş.
Sınır'a En İyi Makyaj dalında Oscar adaylığı kazandıran ve uygulaması dört saatten fazla süren kat kat makyaj ve silikon maskenin altında tanınmaz hale gelen İsveçli oyuncu Eva Melander'in canlandırdığı Tina, insandan çok insanın evrim sürecinin alt basamağındaki akrabalarına benziyor.
Çocukluğundan beri aşağılayıcı bakışların hedefinde yer alan Tina, hiçbir zaman kendini içinde yaşadığı topluma ait hissetmemiş, hep yabancılık çekmiş. Yirmi yaşından itibaren hayatını İsveç ve Danimarka'da sürdüren İran asıllı yönetmen, Sınır'ı çekerken İskandinavya'da azınlık olmanın sağladığı iç görüden beslendiğini söylüyor.
Korku-gerilim türündeki ilk uzun metrajı Shelley'de (2016), Rosemary'nin Bebeği'ndeki (Rosemary's Baby, 1968) gibi şeytani güçlerin musallat olduğu bir gebelik ve doğum hikayesi anlatan Abbasi, Sınır'ı, Tomas Alfredson tarafından filme çekilen "Gir Kanıma" romanının yazarı John Ajvide Lindqvist'in bir öyküsünden uyarlamış.
İskandinavya'nın Stephen King'i lakaplı Lindqvist'in adı filmin senaristleri arasında da yer alıyor.
Cannes'da "Belirli Bir Bakış" ödülünü kazanan, İsveç'in 2018 Oscar adayı Sınır, aşk filmi, dram, gerilim ve kara film gibi farklı türlerin iç içe geçtiği, fantastik unsurlarla toplumsal gerçekçiliği harmanlayan bir film. Beyaz atlı prensini bekleyen güzel prenses klişesini tersyüz eden, "çirkin" bir prensesle "çirkin" bir prensi konu alan karanlık bir masal.
Sınırda
Sınır, adı üstünde sınırlarla ilgili bir film: İnsanı insan olmayandan, normali anormalden, uygarlığı doğadan, erkeği dişiden, iyiyi kötüden ayıran sınırlar...
Ve Tina'nın gümrük memurluğu yaptığı sınır gibi bir ülkeyi diğerlerinden ayıran, göçmenlere ve yabancılara kapatılan sınırlar...
Tina'nın işi, feribottan inip ülkeye giriş yapan yolculardan şüpheli gördüklerini durdurmak, yani onu ötekileştiren toplumun sınır bekçiliğini yapmak.
Tina işinde çok, hem de çok iyi. Zira Tina'nın normal insanlardan katbekat gelişmiş koku duyusu, utanç, suçluluk ve öfke gibi duyguları algılayabilmesini sağlıyor.
Bu sayede Tina, suçluların kokusunu metrelerce öteden alabiliyor. O vakit kamera yakın çekimde Tina'nın hızla açılıp kapanan burun deliklerine, titreyen dudaklarına odaklanıyor.
Tina, üzerinde çocuk pornosuyla dolu bir hafıza kartı taşıyan yolcuyu, hiç şüphe çekmediği, aksine dışarıdan bakınca son derece "normal" göründüğü halde sırf koklayarak yakalamayı başarıyor.
Böcekler ve Tina
Filmin açılış sekansında Tina'yı sırtı kameraya dönük halde, bir geminin demirlediği kıyıda durmuş uzaklara, açık denize doğru bakarken görüyoruz.
Birden eğilip otların arasında gözüne ilişen bir böceği alıyor, uzun uzun inceledikten sonra nazikçe bir dalın üzerine bırakıyor. Tina'nın neden böceklere ilgi duyduğunu sonradan öğreneceğiz.
Neden av köpeği kadar keskin bir buruna sahip olduğunu da. Filmin başından beri Tina, yapayalnız ve toplum dışına itilmiş bir karakter olarak resmediliyor.
Sık sık ziyaretine gittiği, huzurevinde kalan Alzheimerlı babasıyla sıcak bir ilişkisi var, ama o da yakında Tina'yı hatırlayamaz hale gelecek.
Bir seferinde babası, Tina'ya Roland'la arasının iyi olup olmadığını, seks yapıp yapmadıklarını soruyor.
Görünen o ki Tina'yı hiç mi hiç umursamayan, sırf işine geldiği için onun evinde kalan, çıkarcı ve asalak erkek arkadaşı Roland'la Tina'nın arasında ne duygusal bir bağ ne de cinsel bir ilişki var.
Şehir merkezinin sınırları dışında, doğayla iç içe yaşayan Tina'nın asıl yakınlık duyduğu canlılar, ormanda rast geldiği yabani hayvanlar. Bir ren geyiğinin ya da tilkinin birdenbire Tina'nın yanı başında zuhur ettiği sahnelerde büyülü gerçekçi bir atmosfer hakim.
Uygarlığa ait giysilerden sıyrılmak
İskandinav sinemasının alameti farikalarından doğal ışıkta yapılan doğa çekimleri, Sınır'da da büyük bir yer tutuyor. Tina'nın kendini asıl ait hissettiği yer türlü türlü hayvana ev sahipliği yapan orman.
Tina, ormanın sesini dinliyor, ağaçların dallarından süzülen gün ışığını yüzünde hissediyor, uygarlığa ait giysileri üzerinden atarak ormanın ortasındaki gölde çırılçıplak yüzüyor.
Ne var ki Tina, toplumun değer yargılarını çoktan içselleştirmiş. Öyle ki fiziksel açıdan kusurlu, kromozom bozukluğundan mustarip çirkin mi çirkin bir kadın olduğundan en küçük bir şüphe duymuyor – ta ki günlerden bir gün feribottan inen yolcular arasında kendisine benzeyen biriyle karşılaşana dek.
Vore adındaki bu gizemli yabancı en az Tina kadar "çirkin" ve "anormal." Ne hikmetse Tina gibi onun da kuyruk sokumunda çocukluktan kalma bir yara izi var. Vore'nin insanlara meydan okuyan, kendinden emin, rahat tavırları, "anormal" yaftasının ağırlığını her an omuzlarında taşıyan Tina'nın sessiz sakin, mahcup haliyle tam bir tezat içinde.
Tina, görür görmez çekimine kapıldığı Vore'nin kim olduğunu sorgularken kendi geçmişini, köklerini, cinselliğini ve kimliğini de keşfediyor aynı zamanda.
Bütün hayatının bir aldatmaca üzerine kurulmuş olduğunu o vakit fark ediyor, çok sevdiği "babası"nın doğduğundan beri ona yalan söylediğini de.
Kromozom bozukluğundan dolayı cinsel organlarında anatomik bir kusur olduğu, asla çocuk sahibi olamayacağı, bütün bunlar uydurmaymış meğer.
Aslında Tina, ne kusurlu ne de çirkin; farklı bir türe ait, o kadar. Vore'nin dediği gibi o, kendi türünün kusursuz bir örneği. Tıpkı Vore gibi o da bir trol – hani şu İskandinav folkloründe genellikle çirkin, kötü kalpli, vahşi canavarlar olarak resmedilen trollerden, Norveç yapımı Trol Avı (Trolljegeren, 2010) adlı korku filminde olduğu gibi.
Tina'nın doğar doğmaz kesilip atılan kuyruğu gibi gerçek kimliği de hasıraltı edilmiş.
Böylece bir nevi sembolik kastrasyona uğrayan Tina'nın doğasına yabancılaşıp insanların dünyasına asimile olması sağlanmış. Tina, gerçek kimliğini keşfettikçe hem özgüven hem de iktidar kazanıyor.
Nihayet Roland'ı evinden kovma kararlılığını da bundan sonra gösteriyor. Sessiz sakin, yumuşak huylu Tina, filmin başından beri ona azgınca havlayıp duran, Roland'ın güzellik yarışmalarında sergilemek üzere yetiştirdiği koca köpekleri bir bakışıyla suspus eder hale geliyor sonunda.
Ötekiliğin alegorisi
Sınır, dişiliği ve erkekliği biyolojik özelliklere ve genital organlara indirgemenin imkansızlığını da gösteriyor aynı zamanda. Tina'yla Vore'nin ormanda vahşi hayvanlar gibi çiftleştiğini gösteren sahnenin, erkek/dişi karşıtlığını altüst eden, görüp görülebilecek en tuhaf seks sahnesi olduğuna kuşku yok.
Dış görünümüyle erkeğe benzeyen Vore'nin vajinaya sahip olduğu önceden açık edilmişti gerçi, hatta onun gecenin bir yarısı ormanda yerde kıvranarak doğum yaptığı tuhaf bir sahneye de tanık olmuştuk.
Ancak en baştan beri kadın olduğundan hiç şüphe etmediğimiz Tina'nın kendi türünden biri tarafından cinsel olarak uyarıldığında ortaya çıkan bir penise sahip olması, gerçekten de beklenmedik bir gelişme. Üstelik sadece biz değil, Tina'nın kendisi de şaşıp kalıyor bu işe.
Vore'nin değil de Tina'nın iktidarı simgeleyen fallusa sahip olması, heteroseksüel cinselliği kadını ezen, şiddet içeren bir tahakküm ilişkisi olarak tanımlayan cinsiyet politikalarını tersyüz ediyor.
Tina'nın gerçek kimliğini keşfi, cinselliğini keşfiyle kol kola gidiyor filmde. Bu açıdan Sınır'ın, ergenlik çağındaki Marie'nin bir kurt kadın olduğunu keşfetmesini anlatan Danimarka yapımı Hayvan Düşü'ne (Nar dyrene drommer, 2014) benzeyen bir yanı var.
Hayvan Düşü'nde Marie'ye annesinden kalıtımla geçen kurt kadınlık, ataerkil toplumda kadın olmanın alegorisiydi, başka bir deyişle kadına atfedilen "öteki" konumunun alegorisi.
Sınır'ı ise toplumsal normlara uymadığı için ayrımcılığa ve baskıya maruz kalan bütün "ötekilerin" alegorisi olarak okumak mümkün. Yönetmenin dediği gibi, Tina, "bir dışarlıklı. Ucube muamelesi görüyor. Tek isteği kimliğine saygı duyulması.
Bu kadar basit." Farklı cinsel yönelimlere sahip bireyler, göçmenler, etnik azınlıklar... Tina hepsinin temsilcisine dönüşüyor gözümüzde.
Tehcir, soykırım ve asimilasyon
Film İsveç'te geçtiği için doğal olarak ilkin İsveç'in yakın tarihindeki kara lekeleri getiriyor akla, bilhassa İsveç hükümetinin İskandinavya'nın yerli halkı Samilere uyguladığı ayrımcılık ve asimilasyon politikalarını.
Sami kavmine mensup bir kadının hayat hikayesinin geri dönüşlerle anlatıldığı Değişim'de (Sameblod, 2016), İsveç'te biyolojik olarak aşağı bir ırk sayılan Samilerin maruz kaldığı ayrımcılık net bir şekilde gözler önüne seriliyordu. Topraklarından edilen, dilleri, dinleri ve kimlikleri yasaklanan Samiler, ABD, Kanada ve Avusturalya'daki yerli halklara uygulanan tehcir, soykırım ve asimilasyon politikalarının bir benzerine maruz kalmış.
Sınır'da Tina'nın ırkının başına gelenler de dünyanın herhangi bir yerinde etnik azınlıklara uygulanan zulümden farklı değil.
Hem Tina'nın hem de Vore'nin anne babası dahil olmak üzere çoğu hapsedilmiş, konsantrasyon kamplarında Yahudi tutsaklara uygulanan deneylere benzer deneylere maruz kalmış, öldürüldükten sonra toplu mezarlara gömülmüş.
Çocukları da kimliklerinden habersiz bir şekilde yetiştirilmek üzere ya Tina gibi evlatlık verilmiş ya da Vore gibi yetimhanelere gönderilmiş. Vore'nin dediğine bakılırsa geriye kala kala Finlandiya'da yaşayan küçük bir grup kalmış. Vore'nin insanlara öfke duymasının, kin gütmesinin sebebi bu.
İnsan nedir ki...
"Kanımca Sınır, insanı insan yapan nedir sorusuyla ilgili bir film," diyor yönetmen bir söyleşisinde.
Nitekim film, Tina'nın trol ırkına mensup olmasının onu insanlıktan çıkarmadığını gösteriyor.
Tina'nın, yakalanmalarına katkıda bulunduğu, küçücük bebekleri bile istismar eden çocuk pornosu çetesinin üyelerinden daha "insan" olduğuna kuşku yok.
Oysa Batı uygarlığında genelde sapkınlık ve kötülük hep anormal olanla, marjinal olanla, çirkin olanla özdeşleştirilir. Güzel, iyi ve doğru kavramlarını bir tutan antik Yunan filozofu Platon'dan, "Çirkinliğin Estetiği" (1853) adlı yapıtında çirkinlikle ahlaki kötülük arasında paralellik kuran on dokuzuncu yüzyıl Alman filozofu Karl Rosenkranz'a kadar böyle olagelmiştir bu.
Halbuki Sınır'da asıl kötüler, Tina gibi "çirkin" troller değil; insanlar. Kendilerinden farklı olanlara zulmedenler de onlar, çocukları istismar edenler de.
Kısacası Sınır'da kötülük, normallik maskesinin altında gizleniyor. Sözgelimi çocuk pornocularına ve pedofillere bebek temin eden karı-koca, IKEA mobilyayla döşeli normal bir apartman dairesinde yaşayan, genç, çekici, normal görünümlü insanlar.
Tevekkeli değil Vore bir seferinde "insanlar yeryüzündeki her şeyi kendi eğlenceleri için kullanan parazitlerdir. Kendi yavrularını bile. Tüm insan ırkı bir hastalık," diyor Tina'ya. Ama Tina'nın bilmediği bir şey var: Vore'nin kendisi de karanlık bir sır saklıyor.
Vore'nin sırrını keşfetmesi, Tina'yı hayatında karşılaştığı en yaman ikileme sürükleyecek. Çünkü Tina bir tarafı seçmek zorunda kalacak:
Ya doğasını inkar edip toplumun ona dayattığı kimliği kabullenecek, ya da onu insanlardan farklı kılan, kendisi yapan özelliklerine dört elle sarılıp özüne dönecek.
İnsan mı olmak istiyorsun?
Filmin sonuna doğru kendisine "insan mı olmak istiyorsun?" diye soran Vore'ye Tina, "kimseye zarar vermek istemiyorum, böyle düşünmek insanlık mı?" yanıtını veriyor. Norveçli yazar Henrik İbsen'in eski bir İskandinav masalından esinlenen "Peer Gynt" (1867) adlı oyununda, trollerin kralı, başkarakter Peer Gynt'e trollerle insanlar arasındaki farkı şöyle tarif eder:
"İnsanlar der ki: Kendine sadık ol. Troller der ki: Kendine sadık ol, tüm dünyanın canı cehenneme." İbsen, oyununda egoizmin sadece trollere mahsus bir özellik olmadığını gösterir: Peer Gynt insandır insan olmasına ama kendinden başka kimseyi düşünmeyen, düpedüz bencil biridir. Bilakis Tina trol olduğu halde hiç de egoist değil. Yönetmenin dediği gibi "Tina insanlığa karşı empati besliyor, onu insan yapan da bu."
Neticede Sınır, ayrımcılığa uğrayan bir azınlığın başına gelenleri mitolojik bir varlık üzerinden anlatan alegorik bir film. Irkçılık, yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı, homofobi, transfobi...
Sınır, nereye asılırsanız oraya çekilebilecek bir ötekilik hikayesi. Sınır, bazı eleştirmenler tarafından son yılların en orijinal, en şaşırtıcı, en eşine benzerine rastlanmadık filmi olarak nitelenip övgülere boğulsa da el attığı meseleler açısından çok da orijinal olduğu söylenemez aslında.
Anormal olanın, canavarın, ötekinin normal insanlardan daha insani olarak resmedilmesi, Mary Shelley'nin "Frankenstein" romanından başlayarak edebiyatta ve sinemada sıkça karşımıza çıkan bir tema.
Bir sirkte çalışan "hilkat garibeleri"nin iyi; fiziksel kusuru olmayan iki sirk çalışanının kötü olarak resmedildiği Tod Browning'in kült filmi Ucubeler'den (Freaks, 1932) tutun da kurt kadın Marie'ye zulmeden kasabalıların acımasızlığını gösteren Hayvan Düşü'ne kadar birçok filmde normallik/anormallik karşıtlığının tepetaklak edildiğini görürüz.
Nihayetinde Sınır, normallik anlayışının ve toplumsal değer yargılarının aslında ne kadar keyfi ve göreceli olduğunu açık eden, normallik tanımına uymadığı için hor görülen bütün ötekileri yücelten bir hikaye anlatıyor, ancak ne iddia edildiği kadar şaşırtıcı ne de benzersiz bir film. (CL/PT)