İlk hareketli görüntüden bu yana sinemacılar hep ama hep rüyasını, kendine has düşlerini, yaşanmışlıklarını, hani o kimselerin bilemeyeceği, anlayamayacağı yaşanmışlıklarını, yaşanmışlıklarının rüyalarını ve düşlerini anlatırlar… O hareketli ilk görüntüde koşan atlar da onların rüyalarıydı…
Ve sinemacılar birer hikaye anlatıcılarıdır aynı zamanda… Sinema izleyicileri de birer hikaye dinleyicisi...
Sinemacılar her hikaye anlatıcısı gibi hikayelerini yani rüyalarını, kurduğu düşleri gördüğü, görüp de yaşadığı yaşanmışlığını onda kaldığı kadarını anlatır. Her hikaye dinleyicisi de işte o anlatılan hikayenin anlatıldığı kadarını bilir…
Sonrasında ne mi olur?
William Saroyan'ın "Pazar Zeplini" hikayesindeki küçük çocuğun "Sinemaya niçin gitmemeliyiz" diye soran kilise papazına verdiği yanıttaki gibi olur.
"Sinemaya gitmemeliyiz; çünkü insan sinemaya gidince yaşadığı kasabayı sevmez oluyor, alıp başını gitmek istiyor buralardan..."
Bülent Kale’nin sözüyle çocuklar papazın "gönlünü hoş etmek” için böyle diyordu.
Bu sözcükler, kelimeler, cümleler niçin kuruldu diye sorarsanız bize "hikaye" anlatmak isteyen Mahsun Kırmızıgül'ün Mucize’sini izledikten sonra kalanlar.
Yıl 2009... Güneşi Gördüm filmi Türkiye’deki bütün sinema salonlarında gösterildikten az sonra yönetmeni Mahsun Kırmızıgül ve oyuncuları Beyazıt Öztürk’ün “Beyaz Şov” adlı programına katılmışlardı. Beyaz’ın soruları karşısında Mahsun “boynu bükük” sorulara dili döndüğünce cevap vermeye çalışıyordu. Lakin Mahsun’un cümleleri Beyaz’ın içine sinmemiş olsa gerek “Ya yanlış anlama Mahsun, sen mi yazdın bu senaryoyu” sorusuna Mahsun yine “boynu bükük” bir şekilde “sen bakma bana şimdi konuşamıyorum ama, ben yazarken uçuyorum…” diye yanıt vermişti.
Evet, gerçekten söylediği gibi uçmuştu Mahsun... Önce Tayland’a yeni filminin senaryosunu yazmak için… Sonra da Bitlis’in beş minarelerinden kapitalizmin “başkenti” New York’a… Böyle doğdu işte “New York’ta Beş Minare” filmi.
“Beyaz Melek” filmiyle yüreklerimizi gelip fethetmişti Mahsun… “Çıraklık” filmi, bu çocukta bir şey ve her şey var dediler, onu izleyenler… Çok ağladı izleyenler, çok duygulandı memleket insanı.
Güneşi Gördüm
Sonra “Güneşi Gördüm” geldi gözlerimizin önüne, ta en önüne… Dergiler, televizyonlar, gazeteler, Cemil Çiçekler, Abdülkadir Aksular, sinema eleştirmenleri hep beraber öve öve bitiremediler cümlelerini. Çıraklıktan kalfalığa geçişini kutladılar. O kadar kendinden geçmişlerdi ki onu Yılmaz Güney’in tahtına da aday gösterdiler.
Mahsun Güneşi Gördüm’de Kürt sorunu, savaş, göç, şiddet, mültecilik, eşcinsellik ve daha birçok soruna kamerasını çevirmeye çalışmıştı. Tartışmalar da başlamıştı. Çünkü hakikati görmek için göze gerek yoktu.
Güneşi Gördüm'de bir dağ köyündeki Kürtler kendi dilleri yerine “bozuk” Türkçe ile konuşuyorlardı. Komutan “Lütfen köyünüzü boşaltır mısınız” diyordu, ertesi gün Kürtler de güle oynaya şakalaşarak köylerini, topraklarını, sevdiklerini, aşını ekmeğini ve suyunu sabahın bir vaktinde bırakıp gidiyordu…
Evet, yaklaşık dört bin köy boşaltılmıştı ve o köylerde oturan çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı komutanların “lütfen köyünüzü boşaltır mısınız” sözü ile göç eyliyorlardı topraklarından hiç bilmedikleri yerlere doğru.
New York’ta Beş Minare
Çok sonra ustalığa terfi ettiği New York’ta Beş Minare görmesini bilen gözlerimizin önüne geldi. Film daha gösterilmeye girmeden tartışılmaya başlanmıştı, diğer filmlerinde olduğu gibi.
Yaklaşık on milyon dolar harcanmış, filmin ticari başarısı için Türkiyeli ve Hollywood’tan oyuncularla anlaşılmış, filmin fragmanı bir üniversitede ders konusu olarak işlenmeye başlanmış, filmin biletleri öncesinden satışa sunulmuş, bilbordlarda, televizyonlarda, gazetelerde filmin fragmanı ve reklamı da yayınlanınca gecesiyle gündüzüyle sinema izleyicileri için merak konusu ettirmişti filmi.
Ve izleyiciler arasında bazı hükümet yetkilileri ve magazin basınının seçilmiş kişilerinin de olduğu gösterimi gerçekleştirilmişti. Diğer filmlerinde olduğu gibi bu filmde de Mahsun’u ve filmi övüp övüp durdular.
New York’ta Beş Minare’de ABD’de yaşayan Deccal lakaplı Hacı Gümüş’ün (Haluk Bilginer) Amerikan polisi tarafından yakalanması ardından Fırat Baran (Mahsun Kırmızıgül) ve Acar Aydın’ın (Mustafa Sandal) Hacı’yı almak için New York’a gitmesiyle yaşananlar anlatılıyordu.
Film Hollywood ana akım sinemasında gördüğümüz aksiyonuyla, efektiyle, görüntüsüyle helikopterli New York çekimleriyle, patlamalar, kovalamacalar, bol bol adam öldürmeler ve duygu dolu son sahnesiyle önce galadan çıkanları, sonra izleyicileri mutlu etti.
Güneşi Gördüm’de Kürtlerin Kürtçesine rahmet okutan Mahsun, New York Beş Minare’de FBI ajanını Kürtçe konuşturmuştu. Kürtler Kürtçe konuşmuyordu ama olsun, daha da ne olsun, ABD ajanının Kürtçe konuşması bakışımızı birken birçok ettirmişti.
Mucize
"Bu film benim için çok değerli, insanlığa umut aşılayacak. Sadece şu kadarını söyleyebilirim; Mucize, izleyiciyi daha önce hiçbir yerde görmediği bir dünya ile tanıştıracak..."
Çekimleri İzmir Foça, Uşak, Kars ve Kağızman’a bağlı bir köyde gerçekleştirilen "Mucize" 1960'lı yılların Türkiye’sinde Egeli bir öğretmenin Kürtlerin coğrafyasına sürgün gitmesiyle yaşananları anlatıyor.
“Mucize, izleyiciyi daha önce hiçbir yerde görmediği bir dünya ile tanıştıracak" diyen Mahsun, bizi bir okul binası bile olmayan ancak çocuklar bir şey öğrensin diye sevinmek isteyen insanlarla tanıştırıyor.
Bizimle tanışan bu insanlar (Kürtler) nedense fiziksel olarak “eksikliği” bedenlerinde taşıyor; kadını ile erkeği ile… Ama Ege’den “sürgün” gelen öğretmen ise, sürgün gelse de, idealist, insancıl ve güzel...
Film boyunca köyde ve köylüler üzerinde yaratacağı “mucize” karlar eriyip de bahar geldiğinde tamamlanacak...
Öyle ki, herkesin içinde babasına işkence etti diye köyün ağasını öldürüp dağa çıkan, adı film boyunca duyulan, hep saygı duyulan, haksızlıklar karşısında haklılar için silah kuşandığı dilden dile dolanan köy muhtarının eşkıya oğlu, bir kış vakti ovaya iner, bir bahar günü de “teslim” olur arkadaşlarıyla…
Mahsun, hiçbir yerde gör(e)mediğimiz, bil(e)mediğimiz, yaşamadığımız, hayalini kuramadığımız bir dünya ile tanıştırıyor bizi filmleriyle... Sonra gösterdiği dünya ile "umut" aşılıyor...
"Gerçek insanlar yaşayamadığı için öldü" demişti Krzyszof Kieslowski "Yönetmenlerin birçoğu ya öldü ya da film çekmeyi bıraktı... Ya da mesleklerinin bir aşamasında bir şeyleri, kendine has hayal güçlerini ya da hikaye anlatma yöntemlerini bir daha geri dönmeyecek şekilde yitirdiler..." (KT/YY)