Beyoğlu'ndaki Emek, Yeni Melek, Atlas, Fitaş veya Dünya sinemalarına annemle babamın, abimle beni film seyretmeye götürdüğü 70'li yıllarda Louis de Funès'in sulu komedileri ve Jack London uyarlaması, köpeklerin karda kızak çekerken yazdıkları destanlar ailemizin ahlakına uygun yapımlar olarak algılanırmış meğer… Hafızam beni aldatmıyorsa, o dönem her sezonda yenilerinin piyasaya çıkması bu seyirlerin seneden seneye tekrarlanan bir gelenek haline gelmesini sağlamıştı.
Aslında çocuk filmlerine maruz bırakıldığımı da hatırlıyorum, ama çoğunda olduğu gibi Chitty Chitty Bang Bang örneğinde bile, kötücül karakterlerin beni fazlasıyla etkilemesi ebeveynimi ümitsizliğe sevk ediyordu; bu tip yapımları gördüğümün gecesi bir uyurgezer misali yatağımda doğrulup yüksek sesle şarkı söyledikten sonra hiçbir şey olmamış gibi tekrar uyumam üstüne pek gidilmeyen ruhsal travmalarıma işaretti belli ki. Barış Manço ve Kurtalan Ekspres'in komşu evinde seyrettiğim siyah beyaz televizyon görüntüleri de aynı etkiyi yaratmıştı…
Yine o yıllarda, maaile Bulgaristan'daki kayak merkezi Borovets'e gitmiştik; üç çocuklu bir diğer aileyle katıldığımız turun dönüşünde Trakya'daki kar fırtınasıyla başedemeyince otobüs şoförü direksiyonu Lüleburgaz'a kırmıştı; gecenin ilerleyen saatlerinde ulaştığımız bir kahvede sabahladıktan sonra karlar erimeyip orada bir gün daha kalacağımız anlaşılınca önce bir otel ayarlanmış, akşama doğru yabancı bir taşra kentinde yapılacak tek şey olarak ebeveynler çocuklarını sinemaya götürmeye karar vermişti…
Ortalamaya göre kültürlü ve açık fikirli sayılsalar da burjuva ahlakçılığından pek ödün vermeyen annelerimiz ve babalarımızın o anda ne düşündüğünü bilemeyeceğim, ama perdeye yansıyan eser Aydemir Akbaş'ın Plaj Horozu filmiydi; sinemanın işletmecileri bizi ağırlamak için seferber olmuş, balkondaki tüm - tabii ki erkek - seyirciler partere alınmış, ailelerin rahat etmesi sağlanmıştı. Aslında içerik ve üslup anlaşılınca, apar topar kalkıp orayı niye terk etmediğimizi de kavramış değilim ama çocuk takımı olarak biz unutulmaz bir tecrübe yaşarken ebeveynlerimizin küçük çaplı bir kâbusla cebelleştiğini tahmin ediyorum...
AVM sinemaları
AKP Lars von Trier'in Nymphomaniac'ını engelleyerek Türkiye'nin ahlakını koruyadursun, benim şu andaki karabasanım alışveriş merkezlerindeki salonların vaziyeti; oralara gidip patlamış mısır tıkınmamız için azami çabayı gösteren hırslı işletmeciler sanki filmden asgari zevk almamızı istercesine havalandırma konusunu görmezden geliyorlar nedense…
Düzenli beslenme ve uyku konusunda gayet disiplinli takılmama rağmen sinema salonunda kısa bir süre sonra uyanık kalmak için kendimle cebelleşmem normal midir?
Üstelik hareketli ve yüksek sesli sahneler salonu inletirken koltukta oturmuş, anesteziye direnircesine mücadele etmenin hiç hoş olmadığına sizi temin ederim.
Ya Türkiye'de otobüslere binen her yaştan ve sosyal katmandan insanın önceki gece alemlere akmışçasına kısa zamanda gevşeyerek rüyalara dalmasına ne demeli? Otobüs şoförlerinin sık sık kaza yapmasında uzun yol yorgunluğu dışında, aracın havasızlığı hiç rol oynamıyor mu acaba?
Yoksa kapalı mekânda insanlar nefes alıp verdikçe oksijenin bir süre sonra tükendiği, o birincil ihtiyacımız olduğundan, bu durumlarda vücudun uykuya geçerek kendisini savunmaya aldığı bilgisi ilkokullarda artık verilmiyor mu?
"Havalandırma!" deyince sinema görevlilerinin veya muavinlerin aklına "Sıcak mı, soğuk mu" sorusu dışında bir şey gelmemesi buna delalet sayılmaz mı?
Klimalı ortamlarda büyüdüğümü veya işlemden geçirilmiş havadan hoşlandığımı sanmayın, mümkün olduğunca açıkhavada dolaşmayı tercih ettiğim gibi gittikçe ısınmakta olan gezegenimizde hayatıma vantilatörü bile yeni sokmuş durumdayım, bulunduğum mekanla dışarısı arasında devirdaim sağlayan etkin sistemler talep etmem şımarıklık mıdır? En kutsal melekelerimden nefes almanın kısıtlanması haklarıma aykırı değilse nedir?
Bir de "havalandırma çalışıyor" dendiği bazı durumlarda, asla temizlenmeyen filtrelerden üzerimize üflenenin ne olduğunu bir laboratuarda inceletmek isterdim. Kapalı mekanlara oksijen pompalayan sistemlerin pahalı, bakımlarının zahmetli olabileceğini tahmin ediyorum; fakat korku imparatorlarının boyunduruğundaki insancıklar bilhassa son zamanlarda küresel virüsler, gripler, eski deyimiyle mikroplarla boğuşurken, ayaklarına galoş takmayı, ellerine dezenfektan jeller sürmeyi biliyorlar, ama başkalarının ciğerlerine defalarca alıp çıkardıkları havayı solutmaktan çekinmiyorlar.
Kıtalararası taşıma aracı olarak uçakları kullandıkları sık sık dile gelen mevzubahis virüsler, daracık bir alana sıkışmış yüzlerce insan, özellikle uçak göklerde süzülmeden önce, bazen bitip tükenmeyen bekleme sürelerinde can havliyle soluk alıp verirken havalandırma etkili şekilde çalıştırılmadığı takdirde iyiden iyiye coşmazlar mı?
Başından itibaren belirli bir seviyede hava döngüsü sağlanmayan kapalı bir mekanda, içindekiler kısa zamanda mayışacağı, hatta terleyeceği için sonradan çalıştırılan ve genelde ölçüsüz olan havalandırma tabii ki hapşırıklara ve şikâyetlere yol açacaktır.
İnsanları rahatsız etmeden, üzerlerine üzerlerine üflemeden, dışarıdaki havayı içeridekiyle dengeleyerek bir sinema salonunu havalandırmak yüksek mühendislik dehası mı gerektiriyor? Üstelik geleneksel mimari ve tasarımda asırlardır geliştirilen sistemlerin memleketimizde de çağdaş çözümlerle harmanlanmış olduğunu kim yadsıyabilir?
Klima, hava kirliliği bir yana, küresel ısınmayla kavrulacak gezegende sıcaklara karşı her geçen gün daha çok kullanmak zorunda kalacağımız etkinliği zaten tartışılır, fazlasıyla pahalı ve yeterince çevreci olmayan bir silah sayılmaz mı?
Sözde konfor
Demokratik haklarına ve bireysel özgürlüğüne daha çok yaklaştığını sanıp aslında azgın kapitalist sistemde her geçen gün daha çok boyunduruk altına alınan, şehirlere yığılmış, kapalı mekanlara mahkum, doğadan ve içgüdülerinden uzaklaşıp robotlaşmaya doğru hızla ilerlemekte olan insanlığın kimlik kaybına ve tekdüzeliğe doğru yol alması köleliğe işaret değil mi?
Gezegen daraldıkça bir yanda hırslanan ve agresifleşen güçlüler, diğer tarafta enformasyon kakofonisi altında uyuşturulmuş beyinler, kaotik yeryüzünde bilinçlerin kapanıp her türlü farkındalığın törpülenmesine zemin hazırlamıyor mu? Hayatlarımıza hakim olan ses kirliliği iç sesimizi duymamak için pompalanan düzenin alameti farikası haline gelmemiş midir?
Her ne kadar atmosferinde İstanbul'daki azınlıkların "laneti"ni daima hissetmiş olsam da, koca Emek’in, hatta İKSV'nin katkılarıyla restore edilip bir dönem nezih sinema seyircisine tekrar kazandırılan İstiklal Caddesi’ndeki Yeni Rüya'nın tozla karışık, nem, küf ve "eskilik" kokan havasını bile tercih ederim, karbondioksitin çeşitli vücut salgılarına karıştığı AVM salonlarının sözde konforuna…
Alışveriş merkezlerimiz, otobüs şirketlerimiz veya film festivallerimiz, istedikleri kadar dünya çapında veya "hip" olduklarını iddia ededursunlar, hizmet ahlakı sorgulanmadığı ve düzgün havalandırma sağlanmadığı sürece muasır medeniyet seviyesindeki ülkelerin kalitesinden çok aşağıda kalmaya mahkumlar… (MT/YY)