Sinemada Kürtlerin, Ermenilerin temsiliyeti dünden bugüne kadar nasıl örtük gelmişse bu yaklaşım Aleviler içinde geçerli oldu.
Alevilik, sinemada isminden bahsedilmeden “ temsil “ edilmeye çalışılmıştır. Sinema da devletin kuruluş felsefesini aşamamış ve etnik olarak Türk, dini olarak Sünni ve mezhepsel olarak da Hanefi kimlikli olan kuruluş felsefesine gönüllü kulluğu tercih etti.
Alevilerin çok uzun süreler sinemada gösterilmemesi nasıl bir ideolojik tutumdu ise sonrasında da belli belirsiz gösterilmeye başlatılması da bir ideolojik tutumdur.
Çünkü “filmler, belirli ideolojilerin, kitlelerin zihninde yerleşmesine katkıda bulunan kurgulardır” ( Ryan ve Kellner ). Mesela kimi filmler, bu makbul olmayan kimliği, makbul olan bir kimliğe çevirmek için bir tutum içerisinde olabilir.
Türkiye sinema tarihinde çok sayıda ve her konuda film ortaya konulmuştur. Ama bu koskocaman film deryasının içinde ne kadarı Alevilik temalı derseniz, birkaç damla kadarı derim. Olan filmler de Aleviliği doğru temsil etmekte yetersiz kalmışlardır.
Türkiye sineması, kimi filmleriyle Alevilik kimliğini örtük dahi olsa da beyazperdeye yansıtmıştır. Ama gerçekten de durum bu kadar basit midir? Peki ayrıca bu filmlerin, bu kültürün, inancın, yaşamın ritüellerini, olgularını doğru ve gerçekçi vermesi önem arz etmiyor mu?
Zaten bütün çetrefilli durumun ta kendisi burada yatıyor; eğer filmlerde bu kimliği ve inancı yerli yerinde anlatamazsan pejoratif anlayışı geliştirirsin.
İlk dönemlerinden bugüne kadar olan Alevilik temalı filmlere baktığımızda aslında Türkiye sinema tarihinin çok önemli bir kavgasına da tanıklık etmekteyiz; pejoratif anlayışa tutsak olma – olmama kavgasına.
Türkiye sinema tarihi, bizlere Alevilik kimliğine pejoratif bakış atan filmlerin yanı sıra, bu kültürü, inancı hakkıyla anlatan filmler de ortaya koydu.
Türkiye sinema tarihinin vermiş olduğu ilk film örneği de bu inanca, kimliğe pejoratif bakan bir film olmuştur. Muhsin Ertuğrul, “ Boğaziçi Esrarı / Nur Baba ” ( 1922 ) filmi ile Bektaşi Dergahında yaşananları mum söndü, şehvet …temaları ile anlatmıştır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Nur Baba” kitabına, çok öncelerinde bu kimliğin sahiplerince çok sert eleştireler yapılmasına rağmen Muhsin Ertuğrul’un ısrarla bu konuyu filme çekmesi de düşündürücüdür.
Türkiye sinema tarihi pejoratif bakışı armağan eden ve onun hastalıklı doğmasının yolunu döşeyen Ertuğrul, ilginçtir özür dilercesine “ Kızılırmak Karakoyun “ ( 1947 ) filmi ile kamerasını tekrardan Alevilere çevirdi.
Tabii bu çalışması diğer çekilen “Kızılırmak Karakoyun” ( 1967 ) kadar özel olmamıştır. Lütfi Ömer Akad, bu filmde Alevi kimliğini en doğru anlatan bir sinema dilini kullanmıştır. Kendisi bir röportajında bu filmiyle bir Alevi geleneğini ortaya koymak istediğini söylemiştir. Çok özenli bir çalışma ortaya koymuştur, o kültüre, inanca ait hangi olgu, ritüel varsa birçoğunu kullanmıştır. Deyişler, cem erkanında dara durmak, karakterlerin isimleri gibi. Ertuğrul, obanın çobanına Selim ismini verirken, Akad ise Ali Haydar ismini verdi.
Akad, filmi senaryoya dökmeden önce bu inanç hakkında ön araştırmalar yapmıştır. Zaten bundan dolayı da Akad’ın filmi, bu kimliği anlatmak isteyecek diğer filmlere prototip olacaktır. Örneğin “ Hasan Boğuldu “ ( 1990 – Orhan Aksoy ) filmi, Sabahattin Ali’nin öyküsünde olmamasına rağmen yine de “Kızılırmak Karakoyun “un cem erkanında dara durmak sahnesini birebir tekrarlamıştır. “ Hasan Boğuldu “ ise Yüksekoba’dan Yörük kızı Emine ile Zeytinli’nin bahçıvanı Sünni Hasan’ın aşkı üzerinden bu meseleye baktı. Öyküde Emine kendisine “ Kızılbaş kızı" dediklerini söylerken film de “ bize Tahtacılar derlerdi"yi tercih etti.
Akad, “Kızılırmak Karakoyun “ filminden sonra yine bu kültürle, kimlikle, inançla ilgilenip “ Gökçe Çiçek “ ( 1972 ) filmini çeker. Ama film, “ Kızılırmak Karakoyun “ un çok çok gerisine düşmüştür.” Gökçe Çiçek’de Dilek Ağacı kutsal iken ama “ The İmam” ( 2005 – İsmail Güneş ) filminde ki Dilek Ağacı ise kesilmesi gereken bir sorun olarak görüldü.
“The İmam” da Alevilerin isimleri Göçerler olarak verilmiştir. Film, Göçerleri anlama çabasından çok onları kendilerine benzetmeyi tercih etmiştir. Filmin sonlarına doğru kesilen Dilek Ağacı ve Göçer olan Hasan’ın ezan okuması bize muhafazakar sinemanın Alevilere bakışının ipuçlarını vermektedir : Dönüştürülmesi gerekenler.
İki ayrı inancın, kimliğin bir türlü kavuşamaması durumu ya da sorun olması, Alevilik temalı filmlerin çok sevdiği bir unsur olmuştur.
Bu unsuru; “ Saklı Hayatlar “ ( 2011 – A. Haluk Ünal ), “ O Da Beni Seviyor “ ( 2001 – Barış Pirhasan ), “ Başka Semtin Çocukları “ ( 2008 – Aydın Bulut ), “ Gönlümdeki Köşk Olmasa “ ( 2002 – Elisabeth Rygard ) filmleri kullanmıştır.
Tabii Alevi kimliğinin ele alındığı filmler, sadece bu kavuşamama durumunu işlememiştir. Filmlerin bazıları da Alevilerin tarihindeki toplumsal travmaları, katliamları ele almıştır. “ Elif Ana “ ( 2022 – Semir Arslanyürek / Kazım Öz ) ve “ Babamın Sesi “ ( 2012 – Zeynel Doğan / Orhan Eskiköy ) filmleri Maraş Katliamını, “ Saklı Hayatlar “ filmi Çorum Katliamını, “ Madımak : Carina’nın Günlüğü “ ( 2015 – Ulaş Bahadır ) ve “ Kaygı “ ( 2017 – Ceylan Özgün Özçelik ) filmleri de Sivas Katliamını ve “ Zer “ de ( 2017 -Kazım Öz ) Dersim Katliamını işlemişlerdir. Ama özellikle de sinema dili açısından dikkat çeken film “ Kaygı “ filmi olmuştur.
Peki filmlerde Aleviliğe dair kullanılan ritüellerin en önemlisi olarak cem ayini, semah, dara durmak olarak aldığımızda kimi filmler, bu unsurların gerçekçi temsiliyeti açısından daha öne çıkacaktır.
“Umuda Yolculuk" ( 1990 – Xavier Koller ) ve “ O Da Beni Seviyor “ filmleri otantik cem ayinlerini gerçekleştirerek görsel başarı elde etmişlerdir.
Kimi filmler de Alevilik ile ilgili olguları kullanarak, Türk İslam Sentezine ve “ Hazreti filmlere “ göz kırpmışlardır. “Hacı Bektaşı Veli – Anadolu’yu Türkleştirenler" ( 1974 – T. Fikret Uçak ), “ Gönüllerin Fatihi Yunus Emre" ( 1973 – Özdemir Birsel ) ve “Ali’ye Gönül Verdim" ( 1972 – Asaf Tengiz ) filmleri bu kategori içerisinde görülebilir. Bu kategorideki filmler ayrıca devletin kuruluş felsefesine yakın duran filmlerdir. Sinema dili olarak da başarı gösterememiş filmlerdir.
Çok önceleri Türkiye çevirmenleri, ünlü edebiyat eseri olan“ Othello” yu “ Arabın Gazabı “ diye çevirmişlerdi. Sinemada da durum çok farklı değil.
Edebiyatta nasıl elimize kalemi alıp orijinali, gerçeği neyse, “ Othello “ ise “ Othello” yazıyorsak artık bunu sinemada da gerçekleştirmek gerekiyor. Kalem yerine kamera değişecek o kadar.