Balkanların Kuzeybatı ucu Trieste'yle özdeşleşmiş, kenti allak bullak eden şiddetli rüzgâr bora, küresel ısınma sebebiyle tesirinden çok şey kaybetmiş vaziyette. Bir zamanlar yayaların dengesini kaybedip savrulduğu "stratejik" noktalardaki tutunma zincirlerinin paslanıp ortadan kalkması boşuna değil; insanların psikolojik sağlığını tehdit etme gücüne sahip olduğu düşünülen çılgın bora artık çok daha ender esiyor.
Fakat bugünlerde, geleneklerinden kopma konusunda zorlanan Triesteliler'in imdadına sinemacıların yetiştiğini söylemek mümkün. 19-28 Ocak tarihleri arasında gerçekleşmekte olan 29. Trieste Film Festivalinin programında yer alan filmlerden bir tanesi Bora Su Trieste (Trieste'ye Bora) tamamıyla bu mevzuya eğilen bir belgesel.
Gianni Alberto Vitrotti'ye Venedik'te Gümüş Ayı kazandırmış olan kısa film, yönetmenin, çetin tabiat şartlarına göğüs germe suretiyle iki senede kotardığı 1953 yapımı siyah-beyaz bir eser. Cineteca Friuli tarafından restore edilmiş versiyonu seyircileri 12 dakikalığına da olsa çalkalayıp, doğanın gücü konusunda hafızaları tazeleyecek.
Sadece sinema değil
Festivalin kapsamı her zamanki gibi sadece sinemayla kısıtlı değil. Etkinlik vesilesiyle açılmış sergilerden bir tanesi Esrarengiz Sfenksler (Sfingi Arcane) adlı görsel sanat sergisi. Massimo Premuda küratörlüğünde, Denis Volk'un işbirliğiyle gerçekleşmiş olan sergi beş sanatçının, bilinmeyeni ve muammayı bünyelerinde en yüce biçimiyle taşıyan sfenkslere ilgisini yansıtıyor. Leonor Fini, Nika Furlani, Elettra Metallinò, Ugo Pierri ve Damir Stojnić'e ait, insanın dengesini altüst etme gücü olduğu inanılan mitolojik figürler Double Room sanat merkezinde 30 Mart'a kadar ziyaret edilebilecek.
Trieste'nin geçen seneden aşina olduğu D., küratörlüğünü Massimiliano Shiozzi'nin üstlendiği, fotoğraflarını Diletta Allegra Mazza'nın çektiği sergiye konu olmuş.
Herkes, olmak istediği şeyi olmakta hürdür, şiarıyla yola çıkmış olan Mazza, D.'nin Hikayesi (La Storia di D.) adlı sergide yer alan fotoğraflarıyla, hakikatin, fedakârlık ve ıstırabın, neşenin ölçüsünü tartıyor, sanatıyla insanları sevgi konusunda eğitmeyi deniyor. Sergi Cavò adlı mekânda 28 Ocak tarihine kadar açık kalacak.
Müziksiz olmaz
Elektronik müzikle geleneksel tınıları harmanlayarak Balkan müziğini geniş kitlelere sevdirmiş olan Shantel etkinlik sırasında Trieste'de tekrar sahne aldı, ne de olsa festival Doğu Avrupa ile İtalya arasındaki en sağlam köprü iddiasını sürdürmekte.
29.Trieste Film Festivali sırasında gerçekleşecek konserler arasında Boşnak sanatçı Božo Vrećo'nun performansı da var. Geleneksel Boşnak sevdah/sevdalinkelerine yeni yorumlar getiren şarkıcı, kendi bestelerini de seslendirerek istikbale dönük çağdaş kimliklere alan açıyor.
Ben Gagarin'im (Ja Gagarin) adlı belgeselde ise 90'lı yılların başına ışınlanıyoruz. Sovyetler Birliği dağılırken bazı DJ'ler techno müziğe gönül vermiş ve LSD kullanarak faaliyetlerine ivme kazandırmıştı.
Ülkenin başkenti Moskova'nın ritmi böylece hızlanmaya başlamış; yönetmen Olga Darfy de 2017'de, 20'li yaşlarını, dizginlerinden boşalmışçasına yaşanmış gençliğini hatırlarken bizi o günlere dahil etme misyonunu üstlenmiş.
Iggy Pop, Depeche Mode, Nick Cave, U2, David Bowie, Einstürzende Neubauten, Nina Hagen gibi zengin sanatçı listesine sahip dünyanın ender kayıt stüdyolarından Berlin'deki Hansa Stüdyoları festivalde yer alan belgesellerden birinin odağında.
Yönetmenliğini Mike Christie'nin üstlendiği 90 dakikalık Hansa Stüdyoları: Duvarın Dibinde 1976-90 (Hansa Studios: by the Wall 1976-90) adlı 2017 yapımı, bizi Potsdamer Meydanının kasvetinde, Doğu ile Batı Berlin'in ayıran duvarın yanıbaşında gerçekleşmiş tarihi kayıt günlerine sürüklüyor; peş peşe gelen hitlerle kulaklarımızın pasını silerek maziye zevkli bir seyahati mümkün kılıyor.
'68 ruhunu tekrar yakalamak şart
Bu sene 50. yıldönümü kutlanan 1968'in ruhunu festivalde derinden hissettiren bölümde dönemin skandal yaratan eserlerine de yer verilmiş. Sinemanın erotik zirvelerinden sayılıp yıllar içinde kült filme dönüşen Performans (Performance) gittikçe muhafazakârlığa itilen dünyamızda bugün bile gayet provokatif duruyor.
Oyuncular arasında Mick Jagger, Anita Pallenberg, James Fox adlarını gördüğümüz eserin yönetmenleri Donald Cammel ve Nicolas Roeg. Film için halüsinatif maddelerin güdümünde hür cinselliğin doludizgin yaşandığı, baştan çıkarma sanatının çerçevesinde sadizmin ön plana çıktığı hedonist bir manifesto diyebilir miyiz?
Yine zamanında, şoke edici etkisine tahammül edilememiş, sansürlenmiş, pornografi, müstehcenlik ve şiddet ögeleri taşıdığı için makaslanmış, aşırı bulunmuş bir eser: Tatlı Bir Film (Sweet Movie).
1974 yılı yapımında yönetmen Dušan Makavejev cinsel ve siyasal özgürleşme hakkında sualler soruyor, '68 kuşağının açtığı yolda solculuğun tipik ilkelerini cömertçe teşhir ediyor.
Bu gayet yetkin, anarşik ve cesur film de günümüzde, o yılların kazanımları yok sayılarak gerici zihniyetlere saplanması istenen güruhlara ağır kaçabilir.
İstanbul'da düzenlenen 9. Documentarist'in onur konuğu Želimir Žilnik'in İlk Eserler (Rani Radovi) adlı filmi de hürriyet konusunda Trieste seyircisini düşündürecek gibi duruyor.
Karl Marx'ın ilk eserlerinden ilham alan dört Yugoslav öğrenci kırsal kesime açılmaya karar verir. Sosyalizm ve özgürleşme konusunda çiftçilerle konuşacaklardır.
İlk uzun metrajlı filminde yönetmen, Godard'ımsı teatral tarzı benimsemiş. Devrimci şarkılara, avangardist sloganlara ve yüksek sesle okunan Marx ve Engels'e ait metinlere doyum olmuyor: "Devlet kendini fazlasıyla ciddiye alan bir müessese olduğu için kendisiyle dalga geçilmesine izin veremez", "Burjuvazinin yegâne arzusu hayvanlar gibi yaşamak ve çoğalmaktır; onlarda değerli oldukları duygusunu tekrar canlandırmak lazım, yani hürriyetin" veya: "Muta pecora, prona et ventri obedientia!"* gibisinden… (MT/AS)
Festival hakkında teferruatlı malumata buradan ulaşabilirsiniz.
*Sürü sessiz ve uysaldır, sadece midesine itaat eder!
DİTAV Kültür Sanat Evi nisanı bitirirken bu hafta peşpeşe iki programla yürüyor. Ebru Ojen’in Belgrad Kanon söyleşisi ve iki gün arayla Ahmed Arif’in yaş gününde onun üzerine yapılan belgesel gösterimi…
Bizim buralarda kırsal coğrafyanın kadim sloganıdır başlıkta merhaba diyen. Kışın ceberrut / kasvet kokan hâli bitmiş, bahar el etmiştir artık. Toprak altında uyanmayı bekleyen tohumun filizi uç vermiş ve ‘boy vermeye hazırım’ demiştir ya! İşte nisanda iki, gûlanda (mayıs) bir yağmur toprağın gebe halinin doğurmasına yetecektir.
Aynen bu minval üzre yüründü kültüre ve sanata dair. Kentin suriçinin kadim mekânı DİTAV Kültür Sanat Evi nisanı bitirirken bu hafta peşpeşe iki programla yürüyor.
Ebru Ojen’in Belgrad Kanon söyleşisi ve iki gün arayla Ahmed Arif’in yaş gününde onun üzerine yapılan belgesel gösterimi…
Yazar Ebru Ojen DİTAV Kültür Sanat Evi'nin konuğu olarak Diyarbakır'a geliyor. Ojen’in 'Lojman', 'Aşı', 'Et Yiyenler Birbirini Öldürsün' kitapları geçtiğimiz yıllarda yayınlanmış ve edebiyat çevreleri ile okurlarının hayli ilgisini çekmişti.
Ebru Ojen bu kez 'Belgrad Kanon' romanıyla okuruyla buluşuyor. Yasadışı ya da yasal yollardan ülkesini terk etmek zorunda kalanların yerleştikleri bir Balkan ülkesindeki pozisyonları, konumlanışları, çaresizlikleri, iş-güç halleri, sorunların parçası haline dönüşmeleri, uyum ya da uyumsuzluklarını masaya yatırdığı yeni romanı 'Belgrad Kanon' İletişim yayınları arasında çıktı. Okudum ve beğenerek de okurlara önerdim.
Yazar Beyda Yıldız’ın moderatörlüğünü yapacağı “Ebru Ojen söyleşi ve imzası” 19 Nisan cumartesi günü saat: 14.00’te DİTAV’ın suriçi, Meryemana Süryani Kadim Kilisesi bitişiğindeki Kültür Sanat Evinde yapılacak.
Ebru Ojen söyleşi ve imzasından iki gün sonra 21 Nisan pazartesi saat 19.00’da da yine DİTAV Kültür Sanat Evi avlusunda Ahmed Arif üstadın yaşgününde “Ahmed Aarif’in Hasreti” belgeselinin gösterimi yapılacak. 85 dakika uzunluğundaki belgeselin yönetmeni Dilek Gül, yapımcısı Ecevit Kılıç.
Yaklaşık 15 aydır kentin kültürel sanatsal iklim dünyasına kazandırılan ve eski bir “Süryani Kızlar Mektebi” olan “DİTAV Kültür Sanat Evi”, etkinliklerini “Amida Akademi Buluşmaları / Söyleşileri” başlıkları altında yapıyor. Tüm etkinliklerini de herkese açık ve ücretsiz olarak gerçekleştiriyor…
Hayatın tek başına ekonomi ve siyaset cephesinden değil, kültür sanatın ruhi şekillenme dünyası üzerinden de yürümesinin ihtiyaç hâlini bilerek elbette şehrin bu tür mekânlarının çoğalmasını diliyorum…
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal...
Diyarbakırlı ve Diyarbakır'da yaşıyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi ve Uluslararası PEN Yazarlar Örgütü Diyarbakır Temsilcisi. Pek çok dile çevrilen 20 kitabı bulunuyor. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. bianet'te yazıyor.
Sıradan varoluşun ağırlığı: Ayşegül Savaş'ın Antropologlar kitabı
Kitap, Kanada’daki okur çevremde farklı görüşler uyandırdı. Kimisi, “aksiyon ve çatışma eksikliği” nedeniyle romanı fazla sakin ve durağan buldu. Ama, ben dahil pek çok kişi hikâyede üzerine konuşacak, düşünecek çok şey bulduk. Ayşegül Savaş’ın, kendine özgü sade ve şiirsel bir dili var.
Yıllar önce New York'ta bir modern sanat müzesinde bir sergide kum yığınına rastladım. Aklımdan geçen ilk şey müzenin o kısmının inşaat halinde olduğuydu.
Daha sonra kum yığınının sergilenen bir sanat eseri olduğunu fark ettiğimde gülmekten kendimi alamadım. Sonra düşünmeye başladım- ve 25 yıl sonra hala düşünüyorum. Bu basit kum yığını ne anlama geliyor? “Şair burada bize ne anlatmaya çalışıyor?”
Bazen sanatın amacı tam da budur: Görünüşte sıradan bir kum yığını olmak. Sanat her zaman sınırlarla tanımlanamaz, bir çerçeveye sığmaz. Çoğu zaman biçimden çok düşünceye seslenir. Belki de sanatçı, bizleri durmaya, yavaşlamaya ve gözden kaçırdığımız şeyleri önemsiz bulup geçtiğimiz şeyleri gerçekten görmeye davet ediyordu. O sanat eserine kim bilir ne anlamlar yüklendi… Ama şimdi, yıllar sonra düşündüğümde, kumu zaman ve hafıza gibi akıp giden bir hayatın metaforu olarak görüyorum. Ya da henüz inşa edilmemiş bir yuva.
Ayşegül Savaş'ın, henüz Türkçeye çevrilmemiş olan üçüncü romanı, Antropologlar'ı okurken aklıma o kadar sade, görünüşte vasat ama bir o kadar da sıra dışı o kum yığını geldi. Tıpkı bu sanat eserinin sanatın ne olduğuna dair algımıza meydan okuması gibi, Antropologlar da bir romanın nasıl olması gerektiğine dair beklentilerimizi bozuyor. Basit bir kum yığınında olduğu gibi, bu roman da ilk bakışta 'sıradan' veya 'önemsiz' görünebilir. Yazar, geleneksel roman unsurlarından saparak, okuyucunun hikâye akışına tutunmasını zaman zaman zorlaştırıyor. Ortada belli bir çatışma, dramatik bir gerilim ya da doruk noktası yok ve çatışmanın kendisi olmadığı için çözüme dayalı bir son da yok. Ancak romana gücünü veren de bu sadelik ve muğlaklıktır bence. Muhtemelen pek çok okuyucu için kitabın çekiciliği burada yatıyor.
Romanın kahramanları Asya ve Manu, üniversiteden yeni mezun olmuş, ortak dilleri veya vatanları olmayan genç evli bir çifttir. İsimsiz yabancı bir şehirde (muhtemelen Avrupa'da bir yerde), hem fiziksel hem de mecazi anlamda kendilerine bir ev ararlar. Roman, kısa, başlıklı bölümler halinde film şeritleri gibi yapılandırılmış ve bu bölümler aracılığıyla, Asya ve Manu'nun göçmen olarak hayatlarını nasıl sorguladıklarına, yeni arkadaşlarıyla günlük etkileşimlerine, farklı nesillerden aile ve komşularla Zoom görüşmeleri yaptıklarına tanık oluyoruz. Romandaki çiftin günlük yaşamını hem belgesel film yapımcısı hem de antropolog olan Asya’nın birinci tekil şahıs merceğiyle takip ediyoruz. Bu kadar özlü, içe dönük ve karakter odaklı bir öykü yazmak zor; ancak Ayşegül Savaş bunu şaşırtıcı bir samimiyet ve yalın bir dille başarıyor.
Kitap, Kanada’daki okur çevremde farklı görüşler uyandırdı. Kimisi, “aksiyon ve çatışma eksikliği” nedeniyle romanı fazla sakin ve durağan buldu. Ama, ben dahil pek çok kişi hikâyede üzerine konuşacak, düşünecek çok şey bulduk. Çiftin günlük yaşamındaki kısa bolümler o kadar ince detaylar ve üstü kapalı cümlelerle tasvir edilmiş ki, duygusal derinlikleri ve karmaşıklıkları ancak kitabı ikinci kez okuduktan sonra fark edebildim. Örneğin, Asya'nın ve Manu'nun öğrenci hayatlarından yerleşik-yetişkinliğe geçişi, büyük dönüm noktalarıyla değil, banka/ipotek randevuları için özenle kıyafet seçmek veya “ayıp olmasın” diye bir davete gitmek gibi ilk bakışta önemsiz görünen küçük nüanslarla anlatılmış. Romanın bir başka güçlü tarafı da anlatı boyunca özenle ama yine incelikle örülmüş ev metaforunun kullanılması. Hikâyenin geçtiği şehrin isimsiz olması, ev kavramının belirli bir coğrafi bölgeden çok, aidiyet ve duygusal bağlarla ilgili olduğunu vurgulamak için miydi? Orası tartışmaya açık.
Kitabı çok sevdim; okurken, bir Avrupa şehrinde geçirdiğim gençlik yıllarımı özlemle anmadan geçemedim. Hikâyedeki karakterlerle aramda sessiz ve derin bir bağ kuruldu sanki. Özellikle o sabah kahveleri, bardaki buluşmalar, yaşlanmış, gösterişli komsu teyzeler… hep sıcak ve tanıdık geldi.
Ayşegül Savaş’ın, kendine özgü sade ve şiirsel bir dili var. Bunu yazarın diğer kitaplarında da gözlemledim. Sıradan gibi görünen anların içinde saklı olan derinliği ortaya çıkarması büyük bir ustalık. Yine de geleneksel bir roman çizgisine alışkın olan genel okuyucular bu kitabi fazla yavaş ve hatta yorucu bulabilir. Minimalist hikâye anlatımı, minimalist görsel sanatlar gibi, insandan fazladan şeyler talep eder: sabır, dikkat ve düşünme ve gözlem. Tıpkı romandaki anneannenin Asya'dan daha büyük şeyler beklediği gibi okuyucular da bu romandan daha fazlasını bekleyebilir. Nitekim anneannesi Asya'ya, "Biz sana kocaman bir kıtanın (Asya) adını verdik. Ama sen küçük bir parkın belgeselini çekiyorsun,” der.
Savaş'ın hayat hikayesini okuduğumuzda bu romanın otobiyografik doğasını daha iyi görebiliriz. İstanbul'da doğan Ayşegül Savaş, diplomat bir ailenin çocuğu olarak Adana, Ankara, Londra ve Kopenhag'da yaşadı. Amerika Birleşik Devletleri'nde antropoloji ve sosyoloji okudu. San Francisco'da yazarlık alanında yüksek lisansını tamamladıktan sonra 2012 yılında Letonyalı eşiyle birlikte Paris'e taşındı. Hikâyede tasvir edilen şehir de yazarın yaşadığı Paris'e çok benziyor.
Barack Obama’nın her yıl “en çok sevdiğim kitaplar” listesi vardır ve Obama, Ayşegül Savaş'ın bu kitabini 2024 yılında bu listeye eklemiş. Savaş'ın diğer iki kitabından dolayı zaten güçlü bir yazar olduğunu düşünüyorum ancak bu listeye dahil edilmesi onu daha önde gelen bir yazar haline getirdi ve kitabı dünya çapında daha geniş bir okuyucu kitlesiyle tanıştırdı.
Bu romanın günlük sıradanlığı sizde yankı uyandırmasa bile, Savaş'ın zarif, basit ama güçlü dili için kitabı yine de takdir edeceğinize inanıyorum. Belki de bir zamanlar, zor kararlar, ağır sorumluluklar ve katı, yoğun bir takvim altında ezilen Obama’nın bu kitapta bulduğu şey belki de basit bir hayatin sükûnetiydi. Savaş’ın Antropologlar ’da sıradan varoluşun ince derinliğini ve gizli ağırlığını ustalıkla ve hassasiyetle yakaladığına inanıyorum.
Öğretmen. Kanada’nin yerli halklarından olan Squamish ve Masquem halklarına ait K'emk'emeláy (Vancouver) bölgesinde yaşıyor. Kanada’da çeşitli üniversitelerde okutmanlık ve devlet okullarında öğretmenlik yaptı. Türkiye’de ise...
Öğretmen. Kanada’nin yerli halklarından olan Squamish ve Masquem halklarına ait K'emk'emeláy (Vancouver) bölgesinde yaşıyor. Kanada’da çeşitli üniversitelerde okutmanlık ve devlet okullarında öğretmenlik yaptı. Türkiye’de ise farklı okul ve üniversitelerde öğretmenlik yaptıktan sonra, sekiz farklı ülkede okutman ve İngilizce öğretmeni olarak görev aldı. Hatay’ın İskenderun ilçesinde doğup büyüdü.