Toplumsal teoride mekan, tam olarak görmezden gelinmiş diyemesek de maddi yaşamın bir arkaplanı, tüm insan gerçekliğinin içine konduğu bir kap ya da bir kutu olarak ele alınageldi. Halbuki, 1990'larda birçok coğrafyacı, kent sosyoloğu ya da mimar, Fransız düşünür Henri Lefebvre'den aldıkları ilhamla mekanın bu şekil bir sahne olmaktan ziyade insan gerçekliğinin bir ürünü, onu şekillendiren ve onun tarafından şekillendirilen dinamik, çelişki ve çatışmalarla dolu bir toplumsal ürün olduğunu söylediler. Lefebvre'e göre kapitalist birikim çağında modern kent toplumsal mekan üretiminin aldığı yeni şekil oldu.
Modern kentin birçok açıdan farklı okuması yapıldı. Friedrich Engels, İngiliz İşçi Sınıfının Koşulları adlı çalışmasında İngiliz sanayii kentlerine bakarak kapitalist birikim sürecinde işçi sınıfının nasıl gayri-insani koşullarda yaşamaya zorlanarak gettolara itildiğini gösterdi. Diğer yandan Walter Benjamin, Henri Lefebvre ve Guy Debord kapitalizmin farklı dönemlerinde gündelik yaşamın kentsel mekanda değişim değeri, metalaşma ve tüketim tarafından nasıl kolonize edildiğinden söz ettiler.
Kapitalist ilişkiler sadece işyerinde mi?
İnsan ilişkilerinin her alanına nüfuz etmiş olan ve parayla vücut bulan değişim değerinin farklı veçhelerini gösterdiler bize. İnsanların sadece kitlesel olarak üretmediğini, ancak onları kitlesel olarak tüketmeye de iten bir ideolojik bombardıman altında olduklarını söylediler. Kendisi de metalaşmış olan mekan, mistikleşmiş, fetişize olmuş değişim değeri temelli toplumsal ilişkiler bütünüdür artık.
Fakat, kullanım değeri temelli, insani, sömürü içermeyen gündelik yaşam pratikleri hükmünü tamamen kaybetmiş midir, yoksa bakmasını bilmek mi gerekir? Mekan-gündelik yaşam ilişkisine bakmak, kapitalist/ataerkil eşitsizlik ilişkileri üzerindeki sembolik peçeyi kaldırıp, görünenin altındaki asıl ilişkileri görünür kılmamıza yardım edecektir.
Gündelik yaşam bu bakan gözden gizlenmiş kapitalist ilişkilerin salt işYERindeki işçi-patron ilişkisi ile sınırlı olmadığını, ta haneye dek girdiğini, sokakta, kahvede, okulda, askerdeyken, her yerde olduğunu gösterir bize. Eşitsizlik ve sömürü, bunların getirdiği çelişki ve çatışma işte bu gündelik "anlarda" gizlidir.
Mekan şimdi, burada sömürülür
Dolayısıyla, ileride bir zamanda patlayacak olan bir devrim anına değil, "şimdiye" ve "buraya" bakmak gerek. İnsanlık tarihi bu patlama anlarıyla dolu; zira mekan dediğimiz toplumsal ilişkiler bütünü içinde, şimdi ve burada sömürülür, baskı altında tutulur, dövülür, tecavüze uğrar ya da öldürülürüz.
Ancak işte yine burada ve şimdi kafa tutar, ayağa kalkar, dayanışır, sesimizi yükseltir, iktidarla dalga geçeriz. İktidar da bunu bilir ve mekan ve yer üzerinden de bizimle müzakerede bulunur. Heykeller diker, sokaklara adlar verir, bizi gecekondulara iter, sonra gecekondularımızı yıkar, ya da Taksim meydanını bizlere yasaklar; 1 Mayıs'ı kutlamayalım, 1977'yi hatırlamayalım diye otobüsleri, metroları kapatır.
Aynı Taksim meydanı iktidarın tehdit algılamadığı, bizzat üzerinde inşa olduğu değerlerin yeniden üretildiği başka kullanımların da yeridir. Yılbaşlarında kadınların topluca taciz edildiği, maç çıkışlarında milliyetçi gösterilerin yapıldığı yerdir de aynı zamanda.
Milliyetçi, piyasacı, erkek değerler...
Mekan bir sahne değildir, bir "şey" değildir, bir toplumsal ilişkiler bütünüdür. Bu ilişkiler üzerinde yükselen bir semboldür ve hafızadır, hatırlamaktır. Bu yüzden Taksim'i hatırlamak, direnmek, Tuzla'daki işçilere "burdayız, sizi ölüme iten piyasaya hayır diyoruz" demek için, Hrant Dink'i unutmamak için, linç edilen Kürtleri unutmamak için önemlidir.
Taksim meydanının simgelediği, bize dayatılan her türlü milliyetçi, piyasacı, erkek değerlere hayır demenin, bunları reddedip alaşağı etmek bu nedenle önemlidir. Mekan salt bir sahne değildir, onu biz yaratırız. Dolayısıyla ne Taksim meydanı, ne Tuzla, ne Gebze, ne Diyarbakır ne de Valinin sultasına almaya çalıştığı İstanbul salt bir yer, bir şehir değil.
Buralar hatırlanması gereken bu tür kafa tutma "anlarının" mekanları. Şehir, sadece kapitalizm canavarının mağarası, bizleri topluca kapattığı bir kafes değil, umudun, dayanışmanın da mekanı. Dolayısıyla şehire olan hakkımızı talep etmeli ve şehrimizi, tüm an(ı)larıyla geri almalıyız, yediğimiz coplara, soluduğumuz biber gazına inat. (AG/GG)
* Azat Zana Gündoğan, Binghamton Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Doktora Öğrencisi