Ansiklopedik bilgi olarak, 24 Temmuz 1908'de 2. Meşrutiyet ilan edildi ve sonuçlarından biri de 1876'dan beri uygulanan sansür kararnamesinin uygulamadan kalkması oldu. Sansür memurlarının gazeteleri basılmadan denetlediği uygulamalar böylece son buldu ve 24 Temmuz Cumhuriyet döneminde sansürün kaldırılması ve basın bayramı ilan edildi. Bu seneki bayramı ise hapisteki gazetecilerin sağladığı içerik ile hazırlanan 'Tutuklu Gazete' gölgesinde "kutlayacağız."
Devlet eliyle sansür tabii ki Osmanlı'da da, Cumhuriyet döneminde de farklı formatlarda sürdü, sürüyor, sürecek. Takrir-i Sükûn Kanunu gibi yakın tarih sayılabilecek örneklere dahi bakmamıza gerek yok. Günümüzde gerek basın kanunu, gerekse Türk Ceza ve Terörle Mücadele kanunlarının belli maddeleri Türkiye'de basın özgürlüğünün önünde somut engeller. O kadar somutlar ki, bu kanunların sorunlu olduğunu kabul etmeyen yok gibi bir şey. Böyle bir konsensüs varken neden değiştirilmedikleri ise ayrı bir yazı konusu.
2011 itibariyle tartışılan önemli bir diğer konu ise otosansür. Haberci veya basın kuruluşu belli haberleri yapmaktan çekiniyor, kendisi veya kurumuna dava açılmasından veya başka yaptırımlar getirilmesinden çekinip mesleki tabirle "haber öldürüyor" ya da bazı konulara hiç girmiyor.
Bu tabii ki ne yeni ortaya çıkmış ne de Türkiye'ye özgü bir durum. Türkiye'nin basında otosansürün neden bugünün tartışma konusu olduğunu anlamak içinse iki noktayı açık konuşmak gerekiyor.
İlki "devlet gazeteciliği" dediğimiz anlayışın değişime uğramış olması. Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarında pek çok habercilik tabusunun kırıldığı yadsınamaz bir gerçek. Tek bir örnek yeterli olacaktır: askeri operasyonlarda kayıp verildiğinde komuta zaafının olup olmadığının basında tartışılması geçen seçimin aklıda kalan sloganıyla "hayaldi, gerçek oldu." Devlete, özellikle de askeri bürokrasiye dair pek çok sorgulanamaz konu artık özgürce yazılıyor.
Ancak mevcut iktidarı eleştirme konusunda benzer tabuların ortaya çıkmış olduğu basının belli bir kesimi tarafından kimi zaman açıkça, kimi zaman da utangaç imalarla dile getirilmekte. Özellikle yolsuzluk haberlerine gittikçe daha az rastlıyor olmamız ya son yıllarda devlette yolsuzluk sorununun kökünün kazındığına ya da bu haberleri işlemenin artık ayrı bir cesaret gerektirdiğine işaret ediyor. Üst üste iki seçimde oyların yarısını almış, geçmiş dönemin güç odaklarını yargılayan davaların arkasında durabilen bir iktidar söz konusuyken artık "devlet" ve "hükümet" ayrılığından söz edilip edilemeyeceği de üzerinde durulması gereken bir konu.
Burada, iktidara açıkça saldıran basın kuruluşlarının varlığını, hele ki bunlardan en militan olanının Türkiye'nin en çok satan gazetelerinden biri olduğunu inkar edemeyiz ancak ana akım medya denilen, benim holding medyası demeyi tercih ettiğim basın iktidar eleştirisinde ya mahçup ya da suskun. Değişimin nedenleri ve sonuçları uzun uzun tartışılabilir ancak ana akım medyanın bayraktarı olduğu "devlet gazeteciliği" artık bildiğimiz gibi değil.
Açık konuşulması gereken ikinci konu da burada yatıyor. Gene bize özgü olmayan bir diğer tartışma, büyük sermayenin bünyesinde bulunan medyanın ne kadar özgür olabileceği. Devleti yöneten iktidarla doğal olarak dirsek temasında olan holdinglere bağlı kurumların basın ahlakına uygun şekilde, otosansür uygulamadan habercilik yapma yetileri konusunda oldukça büyük soru işaretleri var.
Bugün otosansür uygulamaya mecbur olduklarından yakınan pek çok kişi ve kurumun samimi olduklarını ve gerek kamusal alanda gerekse de özel sohbetlerde anlattıklarının çoğunun doğru olduğunu biliyorum. Bildiğim bir diğer konu da bu çevrelerin tamamına yakının doğu ve güneydoğuda binlerce faili meçhul cinayet işlenirken, ormanlar yakılırken, köyler boşaltılırken, postmodern darbeler yapılırken elleri ceplerinde ıslık çalıyor oldukları ve otosansür kelimesini akıllarının ucundan dahi geçirmedikleri. Holding medyası bugün yakındığı otosansürü güç odakları farklıyken doğal yayın politikası olarak uyguladığına dair özeleştiri getirmedi, getireceğini de zannetmiyorum.
Tabii ki geçmişin günahları bugünküleri haklı çıkarmıyor; güncel günahlar ve günahkarlar da eksik değil. 'Eski Türkiye o kadar kötüydü ki yenisinin kurulmasındaki tüm haksızlıklara göz yummamız şart' diye özetlenebilecek bir anlayışın giderek yaygınlaşması da yenisinin eskisini artmayacağına dair bir şüpheyi de beraberinde getirmekte. Bunlara ek olarak, holding medyasına alternatif olarak yükselen yeni medyanın da kendini alternatifinin problemlerinden soyutladığını söylemek zor.
Sansürden ve otosansürden gerçekten rahatsızsak, önce haber kaynaklarımızın yapıları itibariyle ne kadar özgür olabileceklerini büyük resme bakarak değerlendirmeli, sonra da işimize gelsin veya gelmesin, yazılamayan herhangi bir konu, yapılamayan herhangi bir haber var olduğu sürece sansürün sürmekte olduğunu idrak etmeliyiz. (ÖÖ/GY)