Şimdi 11. Tez’i* rehber edinme vakti. Başka türlü anlamak olası değil, dünyada ve ülkede olup biteni. Gerektiğinde erinmenden ufuk dünyamıza çağırabilmeli “bir suya iki kez girilmez” diyen Heraklites’i. Bir de bu gözle incelemeli, iktidarın hilelerini, bölgede hâkim kılınmak istenen “parçala ve yönet” düzenini.
Ortadoğu’da bilinen ne kadar fark varsa kaşındı; provokasyondan teşvike her yol denendi; halkların birliği değil ayrışması ve çatışması istendi. Ama emperyalist niyet, halkların geleneğinden ve öngörü yeteneğinden geri tepti.
İthal çetelerle Suriye’deki Baas rejiminin düşürülemeyeceği anlaşılınca, IŞİD bahanesiyle varlığı meşru hale getirilen hava kuvvetleri eşliğinde, yeniden eğitilip silahlandırılması düşünülen çeteler üzerinden yeni planlamalar yapılmaya başlandı. Bu planlamalarda Türkiye egemenleri yine en aktif taşeron rolünü üstlendi.
Cihatçı çeteler için kamp da eğitim de yeni değil
Suriye’ye yapılan müdahaleyle birlikte Türkiye sınırının taşeron çetelere koşulsuz biçimde açıldığı, eğitimden teçhizatlandırmaya, yaralıların tedavisinden sınırda doğrudan fiili desteğe kadar hemen her yola başvurulduğu biliniyor. IŞİD bahanesiyle tekrar gündeme gelen planlamanın bir yanını yine çeteleri “eğitip-donatmak” oluştururken, diğer yanı için hava ve kara desteği bağlamında yöntem arayışı içinde olunduğu görülüyor. İşte Türkiye’nin tezkereye içererek yapmaya çalıştığı şey, kara gücü kullanımını da kapsayan gönüllü taşeronluktur.
Son günlerde Türkiye’ye askeri ağırlıklı ziyaretlerin yoğunlaşmasını salt IŞİD’le açıklamak ve “Suriye’nin Dostları”ndan bozma koalisyon güçlerinin gerçekten IŞİD’i yok etmek istediklerine inanmak için bölgedeki dengelerden/dinamiklerden bihaber olmak gerekiyor. Kaldı ki hava operasyonlarının IŞİD karşısında etkili olamayacağını artık ABD genelkurmayı da itiraf ediyor.
“Bombardıman başladığından bu yana IŞİD taktik değiştirmeyi sürdürmekte, hedeflerin belirlenmesini engellemekte. Raporlara göre, savaş uçaklarından yalnızca yüzde 10’u bomba atıyor. (…) Onları hedef almak zor. Nasıl manevra edeceklerini, toplumu nasıl kullanacaklarını biliyorlar ama bir hedef bulduğumuzda yok edeceğiz” (ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey). Bu bilgi, aynı zamanda ABD’nin havadaki varlığının IŞİD için olmadığına da işarettir.
Taşeronluğa amade duruş ve sınıfsal kimlik gizlenemiyor
Türkiye’de egemen sınıflar plan yaparken niyetlerini, sınıfsal kimlik, duruş ve saflarını, tüm çabalara rağmen gizleyemiyorlar. Onların yeri ABD’nin, İsrail ve Suudi Arabistan’ın yanıdır. Tavırları sınıfsaldır; dolayısıyla halklara karşı düşmancadır. Bu net tavra karşı net tavır gerekmektedir.
Sınıfsal tavır, bilinç ve duruş bulandığında, oluşan belirsizlik egemen duruşa hizmet eder. Tam da bu nedenle onlar, tezkereye bile halk desteği istemekte, hatta tezkereye destek vermeyenleri Kobanê’yi savunmamakla itham etmektedir. Yani asimilasyon, sadece “Türkleştirme”de değil, siyasal duruşun ehlileştirilmesinde de yaşanıyor; siyasal bir aynılaştırma(kimliksizlik) dayatılıyor.
Karşımızda, “Entegre bir strateji varsa, biz de o oyunun içindeysek her türlü katkıyı veririz,” diyen bir başbakan var. Ülke ve bölgeye karşı en sert tedbirler, sanki bir demokratikleşme adımı atılıyormuş gibi bir müjde edasıyla duyuruluyor. İşte bu “müjdelerden” birini Davutoğlu şu ifadelerle haber veriyor:
“Avrupa ya da Amerika’da polise ne yetki tanınıyorsa o yetkiyi tanıyacağız. Jandarmaya da. Biz insanların yaşam hakkını, mülkiyet özgürlüğünü kısıtlayanları kısıtlayacağız, özgürlükleri değil.”
Gerçekte mevcut hükümetin, sokak ortasında insan kurşunlayan, işkence yapan polisin ve jandarmanın yetkilerini az bulması veya bu konuda gündeme getirdiği “gasp paketini” özgürlüklerin kısıtlanması olarak görmemesi bizi şaşırtmadı. Normal koşullarda “onların sınıfsal kimliğine yakışan budur,” deyip geçmek gerekiyor. Ancak bu açıklamaların, tam da söz konusu hükümetten demokratikleşme/müzakere adımlarının beklendiği bir süreçte gündeme gelmesi, “hükümetin iki ayrı kimliği ve duruşu mu var ki hala ondan söyleyip yaptıklarının tersi yönde bir duruş bekleniyor?” sorusunu ihtiyaç haline getiriyor.
Bölge halkları kendi tarihini ve destanını yazıyor
Genelde bölge özelde Türkiye, bir taraftan her türlü provokasyona ve vahşete maruz kalırken, diğer taraftan halkların kardeşliği, direnenlerin birliği ve üretkenliği bağlamında ilklere sahne oluyor; bölge halkları kendi tarihini ve destanını yazıyor. Diğer bir ifadeyle, zulmün temsilcilerinin sınıfsal birliği karşısında ezilenlerin birliği oluşuyor.
Halklar birbiriyle empati kuruyor, gönül köprüleri fiziki bağlara dönüşüyor. Kürtçe yaralara Türkçe veya Arapça merhemler sürülüyor. Elbette kayıplar büyük, acılar kolay dinmeyecek türden; zalimin pes etmesi de yakın vadede beklenmiyor. Ama buna rağmen Kobanê, 1937 İspanya’sının Guernika’sı gibi tarihe ölümsüz kayıtlar düşüyor.
Faşizmin yenilmesi İspanya’da da zaman aldı. Ama sonuçta haklılar kazandı, tarihi tersine çevirmek isteyenler de kara sayfalardaki yerini aldı. O günlerde nasıl Franko faşizminin Alman ve İtalyan faşizmiyle ittifakı halkların teslim alınmasına yetmediyse; bugün de IŞİD’li atraksiyonlar, “Koalisyon” diye güncellenmiş işbirlikleri, emperyalist denklemlerin bölge halkı tarafından bozulmasını önleyemeyecektir.
Şimdi 11. Tez zamanı. Birleşik mücadelenin kapsamına teori de pratik de giriyor. Aramızda büyük farklar olduğunu sandığımızda, kulağımıza Halil Cibran fısıldıyor: “Hepimiz mahpusuz. Ama kimimizin hücresinde pencere var kimimizinkinde yok.” Kobanê’de yaşanan ortaklaşma, bir yanıyla bunu anlatıyor, diğer yanıyla kimlerden neler beklenmemesi gerektiğinin dersini veriyor. (MY/HK)
* Karl Marx'ın Feuerbach Üzerine Tezler'de yer alan 11. Tez'i "Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, sorun onu değiştirmektir." (Kaynak: Sol Yayınları)