Otuz yıldır devam eden çatışma ortamı yine gencecik insanları aramızdan alıp götürdü. Diyarbakır'ın Silvan ilçesinde çıkan çatışma sırasında yirmi kişi, ormanın ağaçlarıyla beraber yanarak can verdi. Olayın üzerine bölgeye giden İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, "Yangın çıkmıştır, yangının sebepleri şu anda çıkmış olan yangını geri getirecek değildir. Yanan ağaçlar orada kaybolan canları geri getirecek değil" dedi. Yangının sebebine ilişkin soruları, "Sebebi bellidir. Üç beş tane sebebi vardır. Yani yangın ya ateşle çıkar, ya bombayla çıkar ya roketle çıkar ya benzinle çıkar. Çıkar yani, netice itibariyle yanmıştır, yakılmıştır. Yani sebebini araştırmak, sebebini söylemek bir şey ifade etmiyor şu anda" diyerek yanıtladı.
Evet, bakan haklı, kaybettiğimiz yirmi canı hiçbir şey geri getirmeyecek... Fakat böyle bir olayın üzerine ülkenin içişleri bakanının ilk vazifesi, onların geri getirilemeyeceklerini hatırlatmak mıdır? Devletin en yetkili ağızlarından biri olarak, bu hatırlatmayı yirmi canı alan yangının nasıl çıktığına dair bir soruşturma yapılmasının gereksiz olduğunu söylemek için kullanmak mıdır? Bilakis, içişleri bakanına düşen, bu yangının sebebinin ne olduğunun ortaya çıkartılması ve sorumluların tespit edilmesi için gerekenleri gecikmeksizin yapmak ve olayın sıcaklığı içerisinde buna ilişkin teminat vermek olmalıdır.
Fakat belki de daha çok yakın bir zamanda içişleri bakanlığı koltuğuna oturmuş olan İdris Naim Şahin'i anlamak gerekir. Zira Şahin, "doğal olmayan bütün ölümler"in nedenlerinin ortaya çıkartılması ve sorumluların tespit edilmesini, devletin asli vazifesi olarak benimsemiş bir idari geleneğin halefi değildir. Hatta Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) kararları, bu ülkede bunun tam tersinin, yani ölümlere ilişkin soruşturmaların bir dolu muammayı geride bırakmak suretiyle kapatıldıkları ya da hatta hiç başlatılmadıkları bir geleneğin varlığına işaret etmektedir. Bu nedenle AİHM, Türkiye'ye ilişkin çok sayıdaki davada yaşam hakkının ihlal edildiğine ilişkin kararlarını, devletin soruşturma yükümlülüğünün gereklerini yerine getirmemiş olmasına dayandırmıştır.
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (AİHS), taraf devletlere yaşam hakkı bakımından üç tür yükümlülük yüklemektedir: Öldürmeme, yaşamı koruma ve doğal olmayan ölümleri soruşturma yükümlülüğü. Bu üç ayrı yükümlülük türünü, hukuki analiz için oluşturulmuş kategoriler olarak anlamak gerekir. Yoksa bunlar birbirinden tamamen ayrılabilir idari yükümlülükler değildir.
Bir devlet, ancak meydana gelmiş ölümleri soruşturur, sebeplerini ve sorumlularını ortaya çıkartır ve failleri cezalandırırsa benzer olayların yaşanmasını önleyebilir. Bu suretle hem devlet görevlilerinin öldürmeme yükümlülüğünü ihlal etmelerinin önüne geçebilir, hem de devlet görevlisi olmayan kimselere karşı bireylerin can güvenliğini koruyabilir. Bu son cümleyi tersinden okursak, ölümlerin nedenlerini soruşturmayan bir devlet, devlet görevlilerinin ve devlet görevlisi olmayan kimselerin can almalarına en hafif tabirle göz yumduğu bir ortama mahal vermiş olur. Dolayısıyla, bir içişleri bakanı, yangının "sebebini araştırmak, sebebini söylemek bir şey ifade etmiyor şu anda" diyemez, diyememelidir.
Oysa bu ülkede ölümlerin nedenlerini ve faillerini soruşturmama geleneği, bazı öldürmelerin "doğal" olduğu inancına dayanır: Her Türk asker doğar ve gerekirse vatanı uğruna ölür; öte yandan, devlete karşı eline silah alanın yaşam hakkından bahsetmekse Terörle Mücadele Kanunu kapsamında bir suçun konusu bile olabilir. Kaybettiğimiz yirmi genç insan, PKK'nın iki askeri ve bir sağlık görevlisini kaçırması üzerine düzenlenen operasyon kapsamında öldürülmüşlerdir. İçişleri Bakanı, "Bundan doğal ne olabilir? Soruşturma yükümlülüğü doğal sayılamayacak ölümler bakımından geçerlidir" diye düşünmüş olabilir mi? Bunu bilemeyiz, ama bir bakanın böyle bir düşünceyle hareket etmeme yükümlülüğünün olduğunu söyleyebiliriz.
Silvan'daki saldırının ardından medyada bazı görgü tanıklarının yangına sebebiyet verenin Türk Silahlı Kuvvetleri'ne ait helikopterlerden atılan bombalar olabileceğine ilişkin ifadeleri yer aldı. BDP, başbakanlığa soruşturma yapma ve ölen askerlerin otopsi raporlarının kamuoyuyla paylaşması çağrısında bulundu. Yine operasyonun bazı ihmalleri içeren bir şekilde yürütülmüş olabileceğine ilişkin açıklamalar yapıldı. Örneğin, İnsan Hakları Derneği, Mazlum-Der, Tabipler Odası, TİHV, Özgür-Der, Diyarbakır Barosu, KESK Diyarbakır Şubeler Platformu, Memur-Sen Diyarbakır Şubesi, Barış Anneleri İnisiyatifi, MEYA-DER gibi sivil toplum örgütü temsilcilerinden oluşan bir heyet olay yerini ziyaret etti. Bu ziyaret sonrasında heyetin hazırladığı rapor, askerlere pusu kurulmuş olduğu ve yangına el bombalarının sebebiyet vermiş olduğu gibi bilgilerin şüpheli olduğuna dikkat çekiyor.
Eğer yirmi insanın ölümü, terörle mücadele kapsamında verilmiş "doğal bir zayiat" olarak görülmüyorsa, bu iddiaların araştırılması, devletin uluslararası insan hakları hukukundan doğan sorumluluğudur. Devlet, Silvan olayını ölenlerin bir daha geri gelmeyeceklerini kabullenip kapatmadan önce, yangına neyin sebep olduğunu ortaya çıkartmalıdır. Hatta anılan iddiaların doğru olmadığı kanıtlansa bile, operasyonunun öldürücü güç kullanımını asgari düzeye indirecek şekilde planlanmış ve yürütülmüş olup olmadığının da tespit edilmesi gerekir. Çünkü Türkiye'nin taraf olduğu AİHS, devletlerin terörle mücadele çerçevesinde yürüttükleri operasyonları öldürücü güç kullanımını asgari düzeye indirecek şekilde planlamalarını gerektirmektedir (Bkz. 27.09.1995 tarihli McCann ve Diğerleri-Birleşik Krallık; 20.05.1999 tarihli Oğur-Türkiye; 14.12.2000 tarihli Gül-Türkiye).
Bunun da ötesinde, Silvan'da yaşanan olay hukukun sormayacağı bir soruyu daha sormayı gerektiriyor: Neden askeri operasyon? Neden kaçırılan insanları öldürücü güç kullanarak kurtarmayı hedefleriz? Kaçırılan üç kişinin can güvenliğini sağlamaksa eğer amaç, bunu kimsenin can güvenliğini tehlikeye atmayacak yollarla gerçekleştirmek mümkün olamaz mıydı?
Son otuz yıl içerisinde terörle mücadele çerçevesinde gerçekleştirilmiş askeri operasyonların, bu ülkede yaşayanların can güvenliğini sağlamada ne kadar başarılı oldukları meçhul; üstelik, bizzat bu operasyonların aldığı canların gün geçtikçe ağırlaşan bilançosu ortada. Buna rağmen kaçırılan üç kişiyi kurtarmak adına girişilen bu askeri operasyon, size de devletin bu ülkede yaşayan tek tek hepimizin can güvenliğini sağlamak kaygısından ziyade, intikam almak amacıyla hareket ettiğini düşündürmüyor mu?
Yirmi insanın ölümü, devlet nezdinde terörle mücadele kapsamında verilmiş "doğal bir zayiat" olarak görülmüyorsa, tüm diğer devlet yetkilileri gibi İçişleri Bakanı Şahin'e düşen, bize neden bilançosu gitgide ağırlaşan savaş yöntemlerinden başka bir siyasete başvurmadıklarının hesabını vermektir. Kaybettiklerimizin bir daha geri gelmeyeceğini hatırlatmak değil. (ED/ŞA)
(Esra Demir, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Genel Kamu Hukuku Anabilim Dalı Araştırma Görevlisi)