Malum ülkemizde bir süredir referandum tartışmaları var. İnsanlar “umut” arayışıyla geçmişte yaşanan benzer örneklere bakıyorlar, değerlendiriyorlar.
1988’de Şili’de gerçekleşen Pinochet’in diktatörlüğünün/devlet başkanlığının uzatılması talebiyle yapılan referandumda bunlardan biri. Burada “hayır” diyenler nasıl kazandı, bize esin kaynağı olabilecek bir şeyler var mıdır gibi sorular akla geliyor, tartışılıyor. Elbette bunlar meşru sorular. Fakat bu zemin yine de Şili’de olanları kendi bağlamından kopararak değerlendirebileceğimiz soyutlama ve çıkarsamalara izin vermiyor.
Her iki ülkede yaşananlar arasında bazı önemli farklılıklar var.
Birincisi Şili’de 1973 darbesine rağmen, devrimci hareketler, direnişi ve silahlı mücadeleyi 1987’ye kadar sürdürdüler. Fakat gerek Devrimci Sol Hareket’deki (MIR) bölünmeler, gerekse Manuel Rodríguez Yurtsever Cephesi’nin (FPMR) önemli askeri kayıpları sonucu referandum öncesi devrimci hareketler büyük ölçüde yenilgiye uğramışlardı. Buna karşın uzun yıllar süren silahlı direnişin halkta yarattığı bir kendine güven duygusu vardı. Bu olumluluk solun çabalarıyla da birleşerek referandumda “hayır” sonucunun çıkmasındaki önemli etkenlerden biri oldu.(1)
“Artık özgür olacağız” düşüncesinin motivasyon kaynağı olduğu o zaman yapılan röportajlara yansıyor. Sol tek başına değildi. Bu süreci Şili’de demokrasinin inşası için bir başlangıç olarak gören solun bütün renklerinin yanı sıra Hristiyan Demokratlar dahil toplamda 13 parti yan yana gelmişti. Pinochet’in cephesinde ise daha az sayıda parti vardı.
1988'de gerçekleştirilen Şili referandumundan yola çıkan "No" filmi, parlak fikirli, Diktatör Augusto Pinochet'inin kaybettiği referandurumu, René Saavedra'nın yönettiği, "Hayır" odaklı reklam kampanyasının öyküsünü anlatıyor. Gösterime giriş tarihi: 25 Ocak 2013 (Türkiye), Yön: Pablo Larraín, Senaryo: Pedro Peirano |
Şili sağını da Pinochet’ten uzaklaştıran neydi derseniz, dönemin konjonktürü bu konuda belirleyici. Çevre ülkelerdeki askeri rejimler “demokrasiye geçiş” adı altında görünürlüklerini kaybetmişlerdi.(2)
Sovyetler Birliği Gorbaçov politikaları sonucu çözülme evresindeydi. Kısaca egemenlerin Pinochet’e fazla ihtiyacı kalmamıştı, çok göze batıyordu. Çünkü Pinochet başkanlıktan gitse de onun politikaları yerleşmiş ve sürdürülecekti. Maalesef halen şu an önemli ölçüde Şili’de Pinochet darbesinin yarattığı kurumlar ayakta. Şili yine “sol” bir iktidara rağmen, uluslararası sermayenin yağma alanı ve darbenin bizzat örgütleyicisi olan ABD’nin bölgedeki önemli dayanaklarından biri olmayı sürdürüyor. Şimdiki Başkan Michelle Bachelet’nin, 1990 yılından bu yana siyasette hep önemli mevkilerde bulunmasına karşın, cuntanın ilk yıllarında katledilen babasıyla ilgili davayı yakın zamanda ancak açabildiğini hatırlayacak olursak, sanırım durum daha da iyi anlaşılır.
Bugün Şili’de hala öğrenciler Pinochet döneminde okulların özeleştirilmesi nedeniyle kaybettikleri parasız eğitim haklarını yeniden kazanabilmek için son on yıldır aralıksız mücadele veriyor. İşçiler birçok sektörde (grev, iş güvencesi, emeklilik hakkı) gibi en temel haklarından yoksun. Polis şiddeti, neoliberal yağma politikalarıyla yanında devletin rutini. Doğanın talanına dayalı ekonomik politikalar ve devlet terörü Mapuche ve Rapanui gibi yerli topluluklarına karşı ırkçı tonlar da taşıyor. Özetle Pinochet’nin ruhu oralarda hala egemen.
Peki, bizim hissemiz ne?
Yukarıda anlatmaya çalıştığım şeylerden benim çıkardığım tek şey kazanmak istiyorsanız, sonuna kadar mücadele etmenin, devrim yapmanın zorunluluğu. Çünkü başkalarının bize güzel bir hayat bahşetmek gibi bir hülyaları yok. Hele bugün neoliberal diktatörlüklerin (farklı tonlarda da olsa) sayısının giderek arttığı bir dünya da bu tarzdan bir “esinti” olasılığı dahi mümkün değil.
Bu yüzden asgari ortaklıklar temelinde en geniş “Hayır” cephesini örerken, referandumun sadece bir durak olduğunu ve asıl derdimizin bu ortaklığı, yaratmak istediğimiz dünyanın bir suretine dönüştürmemizin ancak geleceği kazanmanın teminatı olacağı, unutmayacaklarımız arasında yer almalı.
(1) 1998 verilerine göre Şili nüfusu yaklaşık olarak 10,5 milyondu. Yüzde 97,5 Katılımın gerçekleştiği referandumda yaklaşık 7 milyon 252 bin kişi oy kullanmış. Geçerli oyların yüzde 55,9’u “hayır” çıkmış. Hayır, cephesi kendini gökkuşağı renkleriyle sembolize etmiş. Pinochet taraftarları ise koyu mavi bayrakla kendilerini tanımlıyorlardı.
(2) Arjantin için de benzer bir tartışma pekala yapılabilir. Elbette cuntaya karşı ne Montoneros gibi grupların silahlı direnişini yok sayabiliriz, ne grevleri, ne de Plaza de Mayo Anneleri gibi insanların verdiği özverili mücadeleleri. Fakat kırılma noktası pekala cuntanın Malvinas Adaları’nda İngilizler karşısında aldığı yenilgi olabilir. Nitekim gerçek anlamda halk güçlerinin inisiyatifinde gerçekleşmeyen “demokrasiye geçiş” süreçleri, sağ iktidarlar doğurdu. Bunun paralelinde örneğin Arjantin’de devrimciler hapishanelerde tutulurken, cuntacıların “emir altında” yaptılar mazeretiyle affedilmelerini sağladı. Neoliberal ekonomik politikalarsa tavizsiz uygulandı. Kapsamlı bir biçimde Arjantin’de “geçmişle hesaplaşma” 2000’li yıllarda Kirchnerler döneminde başlayabildi. 2001 Ayaklanması olmasaydı bu da olur muydu, ayrı bir soru. Bugün Arjantin’de gelinen durum, bu çabaların da çok yetersiz kaldığını, Macri hükümetiyle birlikte cuntacı aklın kolaylıkla, yeniden iktidara gelebileceğini gösteriyor. (AS/HK)