Kürt sorununda şiddetin ve silahlı çatışmanın bir gün sona erebileceğine herhalde artık çok az kişi inanıyor. Çeyrek asırdır ölüm adına her yol denendi, hâlâ da deneniyor. Hayat ise, kendisine bir şans verilmesi için umutsuzca bekliyor. Hayatı savunmak adına yapılanlar, çoğu zaman bir fantezi olarak görülüyor.
Ölüme karşı her girişim, önce biraz umut kıvılcımı saçıyor; ama çok geçmeden, bunların, ucuz havai fişeklerden çıkan cılız ışıltılar olduğu anlaşılıyor. Ölüm yolları tutmuş çünkü ve hayata geçit vermiyor. Sanki ölüm, bu topraklarda hayatın bir parçası, hatta bizzat hayatın kendisi olmuş. Acı yayıldıkça, bütün bu yıkım neredeyse ilahi bir ceza, bir kara yazgı, ebedi bir lanet olarak yerleşiyor zihinlere.
Şiddet bulaştığında "nihai zafer" olamaz
Oysa dünya alem biliyor ki, şiddetin bulaştığı etnik çatışmalarda "nihai zafer" diye bir şey yok. Gerçi bizde de başta Genelkurmay Başkanı olmak üzere, askeri ve sivil yetkililer, PKK'nın silahlı yöntemlerle, askeri operasyonlarla bitirilemeyeceğini defalarca kabul ettiler; ama bu yöntemden vazgeçeceklerine dair ciddi ve samimi bir işaret gelmedi şimdiye kadar.
PKK'nın çeşitli düzeylerdeki yöneticileri de, silahla bir yere varılamayacağının farkında olduklarını defalarca açıkladılar. Ama onlar da, muhtelif çağrılara ve girişimlere rağmen, "kayıtsız şartsız silah bırakma"ya yanaşmadılar.
Şu gerçeğin altını bir kez daha çizmemiz gerekiyor:
"Toptan imha"nın mümkün olmaması bir yana; bunu hedefleyen her planın, birlikte yaşamanın temellerini toptan imha edecek gelişmeleri de beraberinde getirmesi ihtimali çok yüksektir. Öte yandan, örgüt, şimdi kayıtsız şartsız silah bırakma kararı verse bile, bunun uygulanabilmesi için değişik insani, sosyal, siyasal ve ekonomik tedbirlere ihtiyaç vardır. Bunları yapma konusundaki görev ve sorumluluk da en başta devlete düşer.
Çatışma, Genelkurmay'a siyasal ağırlık imkanı sunuyor
Devlet derken; esas olarak iki kurum geliyor akla: Genelkurmay ve Hükümet. Genelkurmay, "nihai zafer"in imkansızlığına dair bütün açıklamalarına ve tecrübelerine rağmen, silahlı yöntem dışında bir alternatife açık olmadığını her fırsatta belli ediyor. Yaman bir çelişki gibi görünse de, anlaşılmaz bir tutum değildir bu. Sıcak çatışmaların devamı, Genelkurmay'ın sistem içinde siyasal ağırlığını korumasına çok elverişli bir zemin sunuyor zira.
Hükümet ise, bir dönem çözüm konusunda farklı bir yola açık olduğu izlenimini verdi; ancak uzun süredir, Kürt sorununda "geleneksel devlet çizgisi"ne teslim olmuş görünüyor. Kapatma davası da, Adalet ve Kalkınma Partisi'ni (AKP) bu konuda iyice "terbiye etti". Hatta AKP'nin "şahinleşme"yi, kapatma davasına karşı bir tür savunma stratejisi, malum çevrelere bir mesaj yöntemi olarak kullandığını bile söyleyebiliriz.
Bu durumda, şiddeti sona erdirecek girişimler için gözlerimizi "sivil güçler"e çevirmek zorundayız. Ancak, ülke içinden gelen ve ülke sınırlarına hapsolan bu tür girişimler de kalıcı bir etki yaratamıyor. Bir ihtimal daha var: "Sivil girişimleri uluslararası düzeye yaymak"; yani silahlı çatışmanın bitmesi için, dünyanın sivil güçlerinden ve deneyimlerinden yararlanmak.
Uluslararası sivil dayanışmanın önemi
Öncelikle şunu belirteyim: Burada kastettiğim, herhangi bir devletin, örgütün ya da kurumun, "iki taraf"ı masaya oturtmak üzere arabuluculuk yapması değildir. Kürt sorununun niteliğinin, Türkiye'nin toplumsal yapısının ve siyasal şartların böyle bir yönteme uygun olmadığını düşünüyorum.
Ayrıca "kalıcı barış"ın, ancak bu ülkenin dinamiklerine dayanan bir "toplumsal dönüşüm stratejisi"yle kurulabileceğine inanıyorum. Lakin her konuda olduğu gibi Kürt sorununda da "uluslararası sivil dayanışma"yı bunun önemli bir parçası olarak görüyorum.
Peki ne yapmalı? Her şeyden evvel, silah bırakma çağrılarını soyut bir talep olmaktan çıkarıp, "somut bir proje"yle desteklemek gerekiyor. Böyle bir proje; silahların nasıl bırakılacağını, silah bırakanların toplumsal ve siyasal hayata entegre olmalarına ilişkin önlem ve güvenceleri, silahlı çatışmanın yarattığı çok boyutlu travmalarla baş etmenin imkanlarını göstermek zorunda.
Bunun için, mesela, Birleşmiş Milletler'in (BM) çeşitli dünya tecrübelerinden derlenmiş standartlarından yararlanılabilir. BM, değişik silahlı çatışma vakalarında örgütlerin silahsızlandırılması ve örgüt mensuplarının topluma yeniden entegre edilmesi konusunda 1980'lerin sonlarından itibaren yoğun çalışmalar yürütüyor.
"Disarmament, Demobilisation and Reintegration" başlığı altında işletilen bu program, kısaca DDR olarak biliniyor. Bu program çerçevesinde, çeşitli ülkelerde başarılı uygulamalara da imza atıldı. BM'nin on beş ayrı birimi, çok sayıda sivil toplum örgütüyle birlikte silahsızlandırma ve topluma entegre etmeye ilişkin "bütünleştirilmiş standartlar" (Integrated Disarmament, Demobilisation and Reintegration Standards - IDDRS) adı verilen bir katalog oluşturmuş durumda.
Eğer şiddet bitmezse...
Şimdi bu standartlardan da yararlanarak, Türkiye'nin şartlarına ve Kürt sorununun niteliğine uygun bir silahsızlandırma ve topluma entegre etme projesi hazırlayacak bir girişime ve/veya oluşuma ihtiyaç var. Böyle bir proje hazırlanırken, hem BM'nin ilgili birimleriyle hem de bu alanda faaliyet gösteren uluslararası sivil toplum kuruluşlarıyla ortak çalışmalar yapılmalı.
Bu çalışmalardan, toplumun geniş kesimlerini ikna edecek yapıda kapsamlı bir proje çıkarsa; bunu reddedecek veya engelleyecek ya da bundan kaçmak için bahane üretecek "taraf" ciddi bir inandırıcılık ve meşruiyet sorunu yaşayacaktır. Şiddette direten "taraf"ın meşruluk gerekçelerini elinden alacak bir etki bile, şiddeti sona erdirmek için güçlü bir umut ışığı yaratacaktır. Bu ışık, giderek sönen "şiddetsiz bir hayat" inancını da yeniden diriltecektir.
Şiddetin ve silahlı çatışmaların sona ermesi Kürt sorununu hemen çözmeyecektir kuşkusuz; ama medeni bir çerçevede ve demokratik usullerle çözüm arayışlarının önünü sonuna kadar açacaktır. Bu yola girmek, "yeniden toplum olmak" ve demokratikleşmek için vazgeçilmez şarttır. Unutmayalım, şiddeti bitiremezsek, şiddet bizi er ya da geç bitirecek. (MS/GG)
* Bu yazı 19 Mayıs'ta Birgün gazetesinde de yayımlandı.