“Meral Camcı, Esra Mungan, Muzaffer Kaya ve Kıvanç Ersoy için. Onlar içeride rehin biz dışarıda tutsak…”
En başta söylemeliyim ki Barış İçin Akademisyenler bildirisine imza atan iki binden fazla kişi adına değil sadece kendi adıma yukarıdaki başlıkta dile getirdiğim soruya bir yanıt vermeye çalışacağım. Bu kadar kalabalık ve bin türlü renkle bezenmiş, bambaşka birikimlere ve yaşam deneyimlerine sahip insanlardan müteşekkil bir topluluk adına söz almak hem olanaksız ve hem de çok uygunsuz olurdu. Ama biz barışı neden istiyoruz, sorusuna verilecek yanıtlardan “birini” dile getirmek, şiddet meselesinin sadece ülkemizin güneydoğusu ile sınırlı olmadığını, çok daha yaygın ve sistematik bir biçimde hepimizin geleceğini karartan bir içeriğe sahip olduğunu bir parça da olsa görünür kılmak bir gereklilik benim için.
İnsanların her gün ve kimi zaman onar onar öldürüldüğü bir ülkede diğer her sorun önemini yitiriyor; görünür olmaktan çıkıyor ya da görmezlikten gelinebiliyor. Barış meselesi sadece silahların susması, çatışmaların son bulması ile ilgili değil. Bu temel öncelik olabilir ve öyle de; ama barışın neden gerekli olduğu sorusunu daha farklı konular üzerinden anlatmak da bir gereklilik ve yeterince görünür olmayan da bu.
On yıllardır yaşanan ve hepimizi zaman zaman çaresizlik içinde bırakan şiddet ortamı toplumsal hayatımız üzerinde yıkıcı etkileri olan sorunları sürekli ötelememize, bir toplumun bir arada yaşama imkânını gün be gün ortadan kaldıracağı aşikâr olan meselelerin kolayca gözlerden kaçmasına-kaçırılmasına neden oluyor. Daha başka bir ifadeyle söylemek gerekirse, bu ülkede Kürt sorununa barışçıl ve demokratik bir çözüm bulunabilse biz hangi sorunları tartışıyor olurduk? Ya da bu sorunu çözemediğimiz için hangi hayati sorunları tartışamıyoruz? Barış meselesi biraz da bunlarla ilgili kanımca.
Çocuklar ölmesin demek suç oldu?
Toplumsal barış sağlansın, çocuklar ölmesin, bu ülkede yaşayan insanların geleceği kararmasın demenin suç olarak nitelendiği günlerde yaşıyoruz.
Yıllardır sürdürülen on binlerce insanın ölmesine, yerinden yurdundan olmasına, ana ve babaların evlat hasreti ile yanmasına neden olan savaş hali artık sürdürülemez. Mevcut şiddet ortamı bu coğrafyada yaşayan bütün insanların geleceğini elinden alıyor. Toplumsal hayat üzerinde yıkıcı etkiler doğuracak sorunlar için olası çözümleri tartışmak bir yana, gündeme bile getiremiyoruz.
Çatışarak sorunların çözülebileceğini düşünmek yaşanabilir bir gelecek hayal etme olanağını ortadan kaldırıyor. Hayati önem taşıyan meselelere hiçbir duyarlılığı olmayan, duyarlılığı olanların da yakasına yapışan iktidarların işbaşında olduğu bir ülkede yaşıyoruz. En azından son otuz kırk yılın özeti bu. Giderek hayatı mahvedeceği besbelli olan meseleleri daha çok görünür kılmaksa bir gereklilik. Bu körlemesine gidişe itirazı olan insanların bir çözüm iradesi oluşturmak için güçlü bir şekilde bir araya gelmeleri de.
Savaşın kiri kalıcı
İçinde yaşadığımız coğrafi bölge sadece Türkiye için değil, Irak ve Suriye gibi komşu ülke halklarının da ancak bir arada yaşayarak var olabilecekleri bir geleceğe işaret ediyor.
Örneğin, Türkiye, Irak ve Suriye’nin içinde yer aldığı coğrafi bölge önümüzdeki 20-30 yıl içinde iklim değişikliği nedeniyle su varlıklarının en az üçte birini kaybedecek. Hollanda’daki “Pax” adlı sivil toplum kuruluşu, Suriye’deki doğal çevrenin büyük bir bölümünün kalıcı bir şekilde harap edilmiş olduğunu ve düzelmesinin yıllar sürebileceği tahmininde bulunuyor.
Bu tahmin, iyimser olabilir. Savaş bitse ve bir toparlanma sürecine girilse bile bu kuraklığın nelere yol açacağını görmek için uzağa gitmeye gerek yok. Suriye’de iç savaş başlamadan önce birkaç yıl boyunca süren şiddetli kuraklık, gıda maddeleri üretiminde büyük düşüşlere ve ülke içinde göç hareketlerine neden olmuştu. İç savaşın en önemli nedeni olarak bu kuraklık gösteriliyor bugün.
Savaşlar bitse de kirlenme ve kuraklık, Irak ve Suriye’de yerleşik bir hayata devam etmeyi zorlaştıracak ve yeni göçlere neden olacak. Su kıtlığı gıda üretimini azaltacak, savaşın yol açtığı kirlilik, özellikle Irak topraklarının üçte ikisini etkileyen radyoaktif kirlilik üretilen gıdaların toksik kimyasallarla bulaşık olmasına yol açacak. Ülkemize sığınan milyonlarca insanın geri döneceği yaşanabilir bir ülkeleri olmayabilir. Bu insanların kalıcı olduklarını düşünmek ve sorunlarını bu bakış açısı ile ele almak akla ve vicdana daha uygun.
Sadece insanları değil her şeyi yok ediyor savaş. Bu yeni bir şey de değil. Ama bıraktığı izlerin eskiye kıyasla çok daha kalıcı olması yeni bir şey. Kullanılan silah, mermi, bomba gibi her türlü öldürme aracı ciddi bir kimyasal kirlilik kaynağı. Etkileri kalıcı ve bulaşıcı olan bu kirlilik yok edici potansiyelini nesiller boyunca da koruyor. Savaş olarak adlandırdığımız çatışma durumu bitse de başta toprak olmak üzere her şeye bulaşan toksik kiri kalıyor.
Ama yaşanabilir bir coğrafi bölgeyi mahveden, çatışan taraflar arasına aşılamaz mesafeler açan sadece savaş değil; savaşın yaşanmadığı zamanlar ve savaşın etkilemediği bölgelerde de ağır yıkım ve tahribat yaratılabiliyor.
Tek bir örnek üzerinden, insanın da içinde yer aldığı hayat için en gerekli şeylerden biri olan su üzerinden konuyu anlatmak iyi olacak.
Hiçbir geleceğe uzanmayan yollar
Ülkemizde kanalizasyon şebekesinden deşarj edilen atık suyun yüzde 18’i herhangi bir arıtma tesisinde arıtılmadan deşarj ediliyor. Geriye kalan yüzde 82’sini arıtıyoruz. Ne iyi demeyelim. Gelişmiş bir arıtma işlemi var, bir de yarım yamalak yapılan arıtmalar var. Yani her arıtma, arıtma değil. Kirli suyun sadece yüzde 41,6’sına gelişmiş bir arıtma yapılabiliyor ve geriye kalan kısmı akarsular, göl ve barajlara boşaltılıyor.
Bu gelişigüzel yapılan arıtma işlemlerinin zamanla ciddi bir toksik kirlenmeye yol açması kaçınılmaz. Toksik kimyasalların yol açtığı sorunlar daha kalıcı ve kolayca giderilemez nitelikte. Bazı toksik karakterli kimyasal maddeler doğal ortamlara bir kez bulaştıklarında epeyce uzun süreler boyunca toksik özelliklerini koruyarak orada öylece kalıyorlar.
Örneğin son otuz yedi yıldır kullanılmayan DDT isimli kimyasal maddenin kalıntılarına halen çeşitli gıda ürünlerinde rastlayabiliyoruz. Ülkemizdeki endüstriyel tesislerden açığa çıkan yüzlerce toksik karakterli kimyasal maddenin sularımızı ne ölçüde kirlettiğine ilişkin ülke genelinde yürütülmüş tek bir çalışma yok. Sular tükenmez bir kaynak olarak görülebilir elbet; ama bir suyu ne kadar bol olursa olsun kirli olduğu için içemiyorsanız artık tükenmiş bir kaynak olarak görmek gerekir.
Türkiye'de sudaki nitrat ne düzeyde?
Yüzlerce toksik kimyasalı bir yana bırakalım ve sadece nitrat kirliliği üzerinden konuşalım: Sulardaki nitrat düzeyi belli bir eşik değeri aşarsa o su içilmez olur ve bunu en az 30 yıldır biliyoruz. Bu suyun içilmesi çeşitli sağlık sorunlarına yol açar. Örneğin, iş başındaki iktidarın dilinden düşürmediği Gazze on yıllardır süregelen savaşın içme suyu altyapılarını tahrip etmesi ve toprak kirliliği nedeniyle su kaynakları nitratla kirlendiği için “Mavi Bebek Sendromu” olarak adlandırılan hastalığının dünyada en yaygın görüldüğü ülke.
Nitratla kirlenmiş sulardan kaynaklanan bu hastalık bebeklerde zaman içinde bilişsel gelişme bozukluklarına yol açıyor. Ülke genelinde yer altı ve yer üstü sularımızda nitrat kirlenmesinin düzeyinin ne boyutta olduğunu hiç bilmiyoruz.
Su gibi kıt ve değerli bir doğal varlığı-kaynağı koruma konusundaki hoyratlığın, plansızlığın, yıkıcılığın izlerini ele alacağımız her konuda görmek mümkün. Son yıllarda ortalıkta uçuşan akıldışı projelerin ülkeyi nasıl da yaşanmaz hale getireceğini görmek için günlük gazetelerde yer alan son haberlere bakmak bile yeterli.
Örneğin, İzmir İstanbul otoyolu için 700 bin zeytin ağacını kesivermenin nasıl bir şey olduğunu ya da İstanbul’a yapılan üçüncü köprü ve havalimanı projesi için kesilen ve kesilecek olan milyonlarca ağacı düşünelim. Ormanlar su varlığı için hayati önemde; kesilen ağaç kadar ağacı sağa sola dikmekle de orman oluşmaz.
Ormanla peyzaj aynı şey değil; biri hayattır diğeri süs. Bu yatırımların ne kadar gerekli olduğunu, uzun vadede ne işe yarayacaklarını, harcanan paralarla başka nelerin yapılabilir olduğunu tartışamıyoruz bile. Ama bu hoyratlığın bu toplumun “bekasını” ve milletin “selametini” düşünmekten ne yapacağını şaşıran, hizmet aşkıyla dolu sağ-milliyetçi-muhafazakâr iktidarlarca yapılması üzerinde durmayacak mıyız? Ya da bu yıkıma karşı çıkan ve ne gibi sorunlara yol açıldığını-açılacağını dile getiren insanlara devlet düşmanı muamelesi yapılmasındaki gariplikler üzerinde.
Bu sorunlar yeni değil; sabahtan akşama her fırsatta ülkenin bekası ve milletinin geleceği için canla başla çalıştığını ifade eden siyasal iktidarlar ve onlara eklemlenmiş sanayiciler, bürokratlar vs eliyle, ülke yaşanmaz bir hale geldiğinde bir gün ülkeyi terk edip gidecekmiş gibi iş gören bu insanlar eliyle yaratıldı, büyütüldü on yıllardır.
Her türlü genelleme gibi bu da epeyce eksik ve pek çok istisnayı dikkate almıyor kuşkusuz. Ama insan için için merak ediyor yine de, elâlem su varlıklarını korumak için “sanal su” mevzusu üzerinde cayır cayır çalışırken acaba sanal su diye bir şeyden ülkemizin bekası için yanıp tutuşan bu insanların ne kadarı haberdar diye.
Su örneklerden sadece biri
Mevcut şiddet ortamı toplumsal hayatın sürekliliği için olmazsa olmaz bir öneme sahip ve ivedilikle ele alınması gereken iklim krizi, kuraklık, gıda kıtlığı, ormansızlaşma, çevre kirlenmesi gibi hayati önemde pek çok sorunun gözden kaçırılmasına, tartışılamamasına neden olmakta. Devletin önümüzdeki yıllarda karşımıza çıkacak bu sorunlarla nasıl baş edileceğine ilişkin herhangi bir öngörüsü veya politikası yok. Tam aksine şu anda uyguladığı politikalarının bu sorunları daha da büyüterek önümüze çıkaracağına kesin gözüyle de bakılabilir. Neleri yapmıyoruz? Sorusuna yine değişik örnekler üzerinden bakmak iyi olacak.
Sadece geçtiğimiz birkaç yıl içinde çeşitli tıp dergilerinde yer alan iklim değişikliğinin ne tür sağlık sorunlarına yol açacağını irdeleyen makalelerin sayısı binlerce; kaç tanesi ülkemizden çıkmış bir bakmak ne anlamlı olurdu. Ama bizim şu sıralar en önemli sağlık meselemiz kamu hastanelerini kent merkezleri dışına taşıyarak oluşacak rant alanlarını pazarlamak biliyorsunuz.
Uluslararası gıda ticareti önümüzdeki on yıllar içinde çok ciddi değişimlere uğrayacak. Yerellik ve kendine yeterlilik çok daha fazla ön plana çıkacak konular. Uluslararası ticaret bir yana ülke içinde bir bölgeden diğerine gıda maddelerini taşımanın bile ne tür sorunlar yaratacağına ilişkin araştırmalar yapılıyor. Örneğin, Amerika Birleşik Devletlerinde iklim değişikliği ve küresel ısınma sorununun yol açacağı gıda üretim krizi ile baş edebilmek için geleneksel veya alternatif teknikler ne olmalı konusunda binlerce kamu personeli eğitim görüyor.
Oysa ülkemizde iklim değişikliği ve küresel ısınma meselesi bir avuç çevre aktivisti ve sayısı onlardan da az akademisyenler dışında kimsenin gündeminde değil. Akademik ortamlarımız küresel ısınma veya iklim krizi meselesinin bizim gibi gelişmekte olan ülkeleri yaya bırakmak için uydurulmuş yalanlar olduğuna inanan hocalarla dolu… Sayılarının az olduğundan da emin değilim.
Bizimki gibi kamu kurumlarıyla, akademisiyle bu konulara hiç kafa yormayan ve neler yapılması gerektiğini planlayamayan bir toplumun “ilelebet” var kalabileceğine inanmak bir boş hayal değilse nedir peki? Bu boş hayalin bu kadar çok taraftar bulabilmesi ve bunca uzun zamandır dillere pelesenk olması nasıl bir meseledir?
Barışı sağlamak hayatidir
Yakın bir gelecekte toplumsal hayatın sürekliliğini tehdit edecek değişiklikler için ‘kolektif’ olarak önlem alma, hazırlıklı olma becerisi geliştirebilmek toplumsal barışın sağlanabilmesi ile mümkün ancak. Toplumsal hayat bir arada yaşama becerisi geliştirmekle ilintili ve bu becerinin yaşanan şiddet ortamında yitip gidiyor olması bu ülkenin ‘bekası’ için en önemli sorunlardan biri.
Dolayısıyla barış ortamını sağlamak toplumsal hayatı yıkıma uğratabilecek (su ile ilintili meselelerin sadece bir kısmına değinerek göstermeye çalıştığımız) sorunlarımız üzerinde enine boyuna düşünebilmek için de mutlak bir gereklilik.
Her türlü barışçıl çözüm önerisini dikkate almak, çözüm için gereken toplumsal şartları oluşturmak, çözüm sürecini başlatmak ve barışı tesis edecek bir sona eriştirmek öncelikle devletin asli görevi ve sorumluluğu. Çatışmaları durdurmak ve müzakereleri başlatmak hususunda asli rol devlete düşmekte; kabul edilmesi ne kadar zor olsa da gerçek budur.
Dolayısıyla hukuki olduğu kadar vicdani de olan bu sorumluluk öncelikle parlamentoda yer alan bütün siyasal partilere aittir. Ocak ayında imza attığımız metinde de dile getirilen bu barışçıl taleplerin bir suç unsuru olarak değerlendirilmesi gerçekten züldür.
Bir arkadaşımın tanımıyla: “Barış kamusal dostluğun vücut bulmuş halidir.” Sadece bireyler değil, halklar arasında da kamusal dostluk ve dayanışma duygusunu geliştirmek ancak barış içinde yaşamanın mümkün olduğu koşullarda sağlanabilir. Aksi her durumda yıkım kaçınılmaz olacak ve bu yıkım sadece şiddetten kaynaklanmayacak: ülkemiz yaşanabilir bir coğrafya olmaktan çıkacak.
Çatışarak sorunların çözülebileceğini düşünmek, en çok da bir gelecek tasavvurundan yoksun olmakla mümkün. Savaş dilini fısıltıyla veya bağıra çağıra dile getiren her siyasal oluşumu güçsüzleştirmek zorundayız. Her ortamda, her fırsatta ve sözümüz, gücümüz ne kadarına yetiyorsa. (BŞ/ÇT)
Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifinde yer alan Meral Camcı, Esra Mungan, Kıvanç Ersoy ve Muzaffer Kaya 11 Ocak 2016 tarihinde 2 binden fazla akademisyenin destek verdiği barış bildirisinde yer alan ve özetle “Devlete toplumsal barış ortamını sağlamak için uymak zorunda olduğu hukuki kuralları hatırlatan ve barışın tesis edilmesi için üzerine düşen sorumluluklarını da yerine getirmesini talep eden” ifadelerin “terör örgütü propagandası yapmak” olarak değerlendirilmesi nedeni ile tutuklandı. Kamusal sorunların çözümü için sorumluluk hisseden, düşüncelerini açıklayan, toplumsal hayatı tahrip eden şiddet ortamının sonlanması ve barışın tesis edilmesi için çaba gösteren insanların terör örgütü propagandası yapmakla suçlanması ve adli kovuşturmalara maruz bırakılarak tutuklanması kabul edilemez bir tutumdur. Adalet duygusuna zarar veren, hukuki olarak da savunulamaz bu tutumdan vazgeçilmeli ve tutuklu arkadaşlarımız serbest bırakılmalıdır. |