Silahlanmanın tarihi çok eski, özellikle ulus devletlerin oluşmaya başladığı dönemde, Avrupa’da bu süreci savaşlar belirledi. Şövalyeliğin, asaletin ve sonra da ulusal onur ve namusun öldürme ve ölme serüveni siyasal kültürlerde iyice yerleşti. Kahramanlıklar ulusal eğitimin ana malzemesi olurken, vatansever ile vatan haini ayırımı yapan bir ruh hali yaratıldı. Bu ruh hali daha sonra teknoloji ile daha karmaşık noktalara taşındı. Bazı ülkelerin büyümek ve zenginleşmek için iktidarını arttırma eğilimleri savaşlarla pekişti. Machiavelli’den günümüze savaşların haklılığı ve haksızlığı vatandaş eğitiminin ve çok yönlü bir propagandanın malzemesi oldu. Öldürücü silahlar teknoloji ile daha yaygın ve etkili olmaya başladı. Dünya savaşları dehşet algısını yaydı.
Günümüzde çok sivriltilmiş ideolojiler, aşırı milliyetçilik, her türlü köktencilik savaşların sebepleri olarak görülüyor. Ama tüm bu aşırılıklar savaşlarla beslenmiyor mu? Üstelik bu kısır döngünün tam merkezinde silahlanma yarışları yer almıyor mu?
Bu noktada ister istemez silahsızlanmanın neresinde olduğumuz sorusu akla takılıyor. Silahsızlanma, 20. yüzyılın başından beri, insanların yaşadığı büyük dehşetler sonucunda uluslar arası ilişkilerin gündeminde. Stratejik Silahların Sınırlandırılması Anlaşmaları 1970lerde yapıldı ama pek başarılı olamadı. Bu girişim daha sonra Stratejik Silahların Azaltılması adıyla 1982’de yeniden harekete geçti. Silahsızlanma konferansları da 1932’den bu yana bazen ilerleyen bazen de duran bir süreç izledi. Bu atılımlar yapılırken uluslar arası ilişkiler için hep şu yargı öne çıktı: Rekabet, savunma ve menfaat dürtüleri insanları daha doğrusu insanOĞLU’nu silahtan vazgeçiremez, dolayısıyla ancak sınırlandırma veya azaltma yapılabilir.
Bu genel ve yaygın yargıya rağmen konferans 1996 yılında nükleer silah denemelerinin yasaklanması çabalarına hız verilmesini sağladı. Ne var ki nükleer denemelerin yasaklanması arzusu neredeyse evrensel düzeyde bir talebe dönüşse de Antlaşmanın 14 üncü maddesi, onun yürürlüğe girmesi için 44 ülkenin onayını şart koşuyordu. Bu 44 ülkeden Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore Antlaşmayı imzalamadılar. Altı diğer ülke yani Çin, Mısır, Endonezya, İran, İsrail ve ABD ise imzalamakla birlikte onaylamadılar. Bush Yönetimi’nin yıllar süren itirazlarından sonra nihayet 5 Nisan 2009’da Başkan Obama Antlaşmanın onaylanması yolunda hemen ve ısrarlı bir şekilde harekete geçeceğini söyledi.
Silahsızlanma çabaları büyük ülkelerin silahlanma üzerinden belirledikleri piyasa dengeleri ve pazarlıkları bağlamında daha üst düzey rekabetlere olduğu kadar bölgesel itilaflara da yenik düşebiliyor. 17 Haziran’da toplanan Silahsızlanma Konferansı bu yıl hangi konular üzerinde duracak ve nasıl bir umut var? Konferansta, kitle imha silahları, konvansiyonel silahlar, -ki bunlar içinde bireysel silahlanma önemli bir yer tutuyor-, ve uzayda silahlanma gündeme geliyor.
Silahsızlanma bu bağlamda hem yeni bir seferberlik (silah ordu ve sanayi işlerini küresel rekabet için dengede tutma) hem de insan hakları kimliğine yakın durma (kabul edilebilirlik için) hareketidir. Genellikle silahların denetimi, silahların azaltılması, silah üretiminin arttırılmaması şeklinde ifade edilir. Ve ne yazık ki silahsızlanma kavramı dahi bunların sadece bir uzantısıdır ve silahlardan tamamen arınma anlamı çok düşüktür ve GERÇEKÇİ görülmemektedir.
Son yıllarda tüm dünyada sivilleşme eğilimi gösteren şiddet, neo-liberalizmin bireyselliği ve neo-konservatizmin milliyetçiliği ile körüklenmiştir. Artık “kurtlar vadisi” şövalyeliği, hem vatanperveri hem vatan hainini, hem piyasa rekabetini hem de kaçakçılığın her türünü ince çizgilerle ayırt ederek, bazen de etmeden, çoğulcu bir biçimde bir arada var etmektedir. Namusun, adaletin ve erkekliğin post modern sıçraması böyle olmuştur. BM’in bireysel silahlanmanın yol açtığı zarar artışını görerek bu tehlikeyi tanıması da ancak 2001 yılında gerçekleşmiştir.
Silahsızlanma tarihindeki başarılı örnekler bu çabaların bölge ülkelerinin girişimleri kadar büyük güçlerin çıkarlarına da uygun düşmesi durumunda gerçekleşebildiğini ortaya koymuştur. Latin Amerika ve Karayiplerde Nükleer Silahları Yasaklayan (1969) Tlatelolco Antlaşması bunun dikkat çekici bir örneğidir. Bunun tersine durumlarda ise dış aktörlerin bölgenin insanlık menfaatlerine kolaylıkla duyarsız kalabildiklerini söylemek mümkün. (1)
Hiçbir ülkenin nükleer savaşa cesaret edemeyeceği, “nükleer savaşın ancak kasıtlı olarak çıkarılabileceği” gibi tamamen mantıksız akıl yürütmelerle örneğin misket bombaları yani parçalı nükleer silahları durdurma, yasaklama ve temizleme amaçlı Dublin Konferansına ABD, RF, Çin, Hindistan ve Pakistan temsilci göndermedi ve geçen yılki Silahsızlanma Konferansı ataletini sürdürdü. Bu yıl yapılacak olan konferansa biraz daha fazla umut beslendiğini ulusal ve küresel medyadan izliyoruz.
Son on yıldaki silahlanma seferberliği aslında silahsızlanma kavramıyla dalgalandırılmaktadır. Mayınların temizlenmesi bile -ki bu konuda uluslararası antlaşmalara kararlara imzalar var- farklı rekabet noktaları ve farklı “milli menfaat” sürüklenmeleri ile (Türkiye’de olduğu gibi) ertelenmekte, süreler uzatılarak ayak direnmektedir. Silahsızlanma yerine her aşamada bir sızlanma gözleniyor. Silah siyaseti bir sızlanma halinde, çok yumuşatılmış kavramlarla ve içeriklerle piyasayı bozmayacak bir derecede sürdürülmektedir.
Haklı savaş ve haksız savaş
İnsan hakları hukuku, ulusların en büyük meşruiyet olarak görüldüğü dönemde çıkan savaşların haklı (!) ve haksız(!) süreçlerinde mağdur olanlar için veya savaşların yan etkileri için gündeme geliyordu. Bugün yaşadığımız savaş türleri ve ortaya çıkan zarar türleri açısından baktığımızda insan hakları hukuku, artık savaşların sebepleri, süreçleri ve sonuçları ile, yani öldürme-ölme eyleminin tüm sebep ve sonuçları ile, özü ile ilgilidir.(2) Başka bir deyişle, herhangi bir savaşı devletler bağlamında haklı görmek zorlaşmıştır, devlet dışına çıkan savaşlar ile devlet savaşları arasında insan hakları hukuku bağlamında hiyerarşi kurmak bağımsız bir aklın kabul edebileceği bir şey değildir. Savaş ve çatışmadan her halk uzak durmak istiyor ama savaş ve çatışma “büyük” ve “yüksek” siyasetin/iktidarların kaçınılmaz bir menfaat aksiyonu, bir araç aksiyon durumundadır; çoğunlukla da ekonomik/askeri güç ile ilgilidir, yani savaş sanayi ile… Anti militarist kamuoyu bu gerçekleri görüyor ve insan hakları hukukunu artık savaş sebepleriyle birlikte düşünebiliyor, her alanda demilitarizasyon için mücadele verebiliyor.
“Haklı” ve “haksız” savaş kavramını deşifre edersek bunun arkasında ulus devlet onuru veya ulus olma onuru yatmaktadır. Şövalyelikten post modern namusa uzanan bu çizgi çoktan insanlık çizgisi dışına çıkmıştır. Bu konuda farkındalık da artmıştır. İnsanlık tarihinde savaşsız dönemler pek görülmemiş olsa da tüm savaş ve çatışmalara karşı tavır yayılmaktadır. Eşitlik ve adaleti yeni bir siyasal söylemle yaşatmak isteyen bireysel, toplumsal ve siyasal hareketler, savaşları ve onun için yapılan tüm hazırlıkları fiili olarak reddetmek durumundadırlar. Özellikle Irak Savaşından sonra ve son olarak da Gazze olayı sırasında bu yönde çok çeşitli bir toplumsal hareketlenme olmuştur, dünya kamuoyu bu alanda da sivilleşmektedir.
İkinci Dünya Savaşını faşizme karşı, ırkçılığa karşı ve demokrasi için verilmiş bir dünya savaşı olarak algılamak da, yaygın olmasa da sorgulanmaktadır. Howard Zinn’in de dediği gibi aslında bu savaş anti militarist duruş için tam bir sınav savaşı olmuştur(3). Yani bu savaşa da haklı savaş demek mümkün değildir çünkü haklı öldürme ile haksız öldürme aynı sonucu verir. Daha da önemlisi, bu savaşın da arkasında iktidar/güç rekabeti, gücünü arttırma hırsı dikkat çekmiş; bir yerde ırkçılığa karşı çıkarken başka yerde ırkçılık yapma, bir yerde demokrasi uygularken başka yerde demokrasiye karşı çıkma, bir yerde faşizme karşı çıkarken başka yerde faşizan uygulamalar yapma açıkça tespit edilmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında 350 000lik bir asker gücü olan ABD’de 6000 vicdani retçi olmuştur. Tutuklanan bu askerler, o zamanki hapishane nüfusunun altıda birine tekabül etmekteydi. Unutmayalım ki aynı savaşta, seferberliği kolaylaştırmak için Stalin bu savaşa Büyük Vatanperverlik Savaşı adını takmıştı, Sovyet yurttaşlığı kavramını böylece zirveye doğru zorlamıştı. Bu güç yarışında milyonlarca insana, kahramanlık lakabı ve madalyalar verilerek kayıpları unutturulmaya çalışıldı.
Yeni Savaşlar ve maliyet hesapları
Bugün savaş alanında, silahlanma alanında yapılan tüm yatırımları, düzenli birliklerden, ordulardan, para-militer gruplara, bölgesel koruculuk yapan savaş ağalarına, terör uygulayan hücrelere, fanatik gönüllülere, örgütlü suç gruplarına, paralı askerlere ve özel askeri şirketlere kadar hepsine karşı durmak gerekiyor. Yani top yekûn bir vicdani ret gerekmektedir.
Yeni tür savaşların yeni tür vurucu güçlerin yarattığı kayıpların artık % 90’nının sivil olduğunu biliyoruz. Üstelik son yıllarda zarar gören kitleler arasında mültecilerin, zorla göçe tabii tutulanların, kadın ve çocukların oranında hatırı sayılır artışlar var. Yağma, talan, yasadışı ticaret, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı, silah, sigara ve alkol kaçakçılığı ile bezenen savaşlar bunlar. Bugün savaş ve çatışmalardan zarar gören, yararlanan ve ölen çocukların yanı sıra 250 000 çocuk silahlı çatışmaların bizzat içindedir. Dünyanın 30 ayrı yerinde 15-18 yaş arası birçok asker/gerilla/ vurucu güç tespit edilmiştir. Çocuk Hakları Anlaşmasını imzalamayıp da ihtiyari madde olan askere alma yaşının sınırlamasına imza koyan tek ülke de ABD’dir. Bu sınır, ülkesine göre 15, 16 veya 17 yaş olabilmektedir(4). ABD, bu ihtiyari maddeyi kendi askeri menfaatleri, devletler üstü güç ve rekabet alanı açısından gerekli bulmuş olmalıdır.
Çocuk Hakları Anlaşmasını imzalayan Türkiye ise yine aynı yaş grubunu yani 15-18 arası çocukları, Terörle Mücadele Yasası marifetiyle 10 yılı da aşan ağır cezalarla yargılamaktadır. Zaten “terör” kavramını yüksek siyaset/piyasanın soyut düşmanı haline getiren ABD Bush yönetimi “teröre karşı savaş” adı altında birçok ülkenin kendi muhalefetini bastırmasına dolaylı da olsa yardımcı olmuştur.
Silahlanmada maliyet ve zarar azaltma açılarından da baktığımızda sıfır- zarar savaş modası dikkat çekmektedir. Örneğin 1990 Körfez savaşı bu model bir savaştır, televizyondan izlenen iyice sanal olan ve insan kaybı olmayan savaş! Bu model de savaşı açan ülke ile saldırıya uğrayan ülke arasında bir insan hakları hukuku farkı yaratmıştır. ABD askeri ve diğer askerler arası hiyerarşi, yeşil alan mantığı ve bilinen her şey daha sonraki Irak işgalinde somut ifadesini buluyor. 2003 Irak savaşının maliyet ve insan kaybı açılarından, fayda zarar denklemini çıkartmak insanlık mantığını çok zorlamaktadır. Kazanılmayan ve kaybedilmeyen savaşlar modası insanlığın zarar hanesine bir kalıcılık olarak geçmiştir.
Dünyada askeri harcamaların 1980ler sonunda 1/3 oranında düştüğü tespit edilmişti, ancak örneğin en büyük askeri güç olan ABD bu harcamaları 1998 sonrası çok arttırmıştır ve 2000 yılında 1980deki harcamasının % 47sine ulaşmıştır. Mary Kaldor’un deyimiyle ABD, önce “caydırıcılık” sonra da “önleyicilik” mantığıyla ulus devlet savaşını canlı tutan “son ulus devlet”tir, o artık emperyalist kavramından ziyade “son ulus devlet” kavramıyla anılmalıdır.(5) Ya da bu ulusal menfaat tutkusuna makro milliyetçilik diyebiliriz.
Bazen dikkatimizi çekiyor ve askeri harcamalarla eğitim harcamalarını karşılaştırıyoruz. Son dönemde bütçede Türkiye’de askeri harcamanın azaltıldığını eğitim harcamalarının biraz arttırıldığını görüyoruz. Ama bu denli karmaşık bir silahlanma ve sızlanma eğilimi içinde bu rakamları tek başlarına değerlendirme güçlüğü çekiyoruz.
Türkiye ve silahsızlanma
Türkiye’nin dış politikasında silahsızlanma ve silahlanma nasıl bir eğilim içinde? Rıza Türmen 1970lerde doktora tezi olarak hazırladığı nükleer silahsızlanma adlı araştırmasında bir değerlendirme yapmış ve Türkiye’nin silahsızlanmayı, savunmasız kalmak anlamında algıladığını, böyle bir siyasal kültüre sahip olduğunu belirtmişti(6). Daha sonraları Uluslar arası Anlaşmalara uyma ve AİHM kararlarının ilerletici faydaları üzerine de gerekli hatırlatmalarda bulundu.
Türkiye şimdi Silahsızlanma Konferansının dönem başkanı ve yüksek siyasetin yüksek silahlanma zararlarıyla ilgili belki de olumlu kararlar alınmasında katkı sunabilecek. Özellikle son yıllarda bireysel silahların ülkemizde yol açtığı zarar bilançosunun da bilinciyle…30 yıldır yaşanan operasyon ve pusuların yol açtığı muazzam insan kaybı bilinciyle… Ne yazık ki gerek bireysel silahlanmada gerekse diğer silahlanma alanlarında Türkiye de son yıllarda önemli zararlara, kayıplara uğramıştır. Son 10 yılda bireysel silah sayısının Türkiye’de 10 katına çıktığı belirtiliyor. Araştırmacılar cinayetlerin yarısının silahlarla yapıldığını, intiharlarda silahın ikinci araç olduğunu, Türkiye’de silahların % 60şının evlerde bulunduğunu, ruhsatlı silahla ateşleme oranının arttığını tespit etmişler(7). Pasif direniş durumunu bir nevi iktidarsızlık olarak gören hakim siyasal kültür içinde bu durum hem yetişkinler hem de çocuklar için önemli bir tehdit oluşturmaktadır.
Sade diyalog, veya kültürler arası ve medeniyetler arası diyalog kavramlarını sadece çok çok uzaktakilerle değil her gün karşılaştığın yakınındakilerle daha sık kullanmak ve yaşatmak bu alanı açabilir. Sızlanmadan silahsızlanmaya katkı evden başlayarak gerçekleştirilebilir. Vatandaşlık kitaplarında tehdit, tehlike ve terör üçgenini aşamayan Türkiye, silahlanmayı bir erkeklik/iktidar silahsızlanmayı ise pasiflik, güvensizlik olarak görmeye devam edemeyecek. Çünkü hep diyalog diyor, “yurtta barış, dünyada barış”ı siyasal söylemine yerleştiriyor.
Silahlanma ve silahsızlanma ikilemi içinde bazen olumlu adımlar da atılabilir. Umarız bu tezat Silahsızlanma Konferansına ilham kaynağı olur. (BE/EÜ)
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Notlar:
1. Gülden Ayman, Anton Khlopkov, Hui Zhang, “The Danger of Undermining the Zonal Concept: The Role of External Actors” yayınlanmamış araştırma makalesi.
2. Evren Balta Paker, “Küresel Güvenlik Siyaseti ve İnsan Hakları” İdea, Cilt 1 sayı1 Bahar 2009, s. 175-195.
3. Howard Zinn “Just Wars and Unjust Wars”, CO.Quaker.org, erişim 14. 06. 09
4. http://cyberschoolbus.un.org/childsoldiers/webquest/ erişim 12. 06. 09
5. Mary Kaldor “Beyond Militarism Arms Races and Arms Control” SSRC/”After September 11”, Nobel Prize Centennial Symposium, Dec. 6-8, 2001.
6. Rıza Türmen, “Nükleer Silahsızlanma” Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, cilt 28 sayı 1.
7. Ayhan Akcan “Yaşama Hakkı Açısından Bireysel Silahsızlanma, Türkiye’de Durum ve Medyanın Sorumluluğu” , Türkiye’de Bireysel Silahsızlanma ve Şiddet Haberleri Yerel Medya Semineri, Antakya, 12. 05. 09. Umut Vakfı Yayınları, s. 35-41.