Bayram günü İstanbul'da ne işin var? diye sordu Isabella.
Adanın nispeten huzurlu ortamına, bilhassa bu son senelerde fazlasıyla alıştığımın farkındaydı; şehre her indiğimde sinir bozucu hadiselere karıştığımı da bildiğinden âdeti olmamasına rağmen beni nazikçe uyarmayı uygun görmüştü.
Christof'un yelkenlisini Kalamış'a götürüp karaya çekilmek üzere teslim edeceğimiz haftalar öncesinden kararlaştırılmıştı; programın değişme ihtimali pek yoktu ki aslında o 29 Ekim günü hava yazdan kalma, tam son güneşin zevkini doya doya çıkarmanın günü gibiydi...
Geleneksel sonbahar misyonumuzu her zamanki uyum içinde, herhangi bir aksaklık yaşamadan, hatta tahmin ettiğimizden çok daha kısa zamanda başarıyla tamamlamıştık.
Yanımıza her ihtimale karşı aldığım kalın giyecekleri sırt çantamdan çıkarmama bile gerek kalmamıştı.
Ben, İstanbul'a gelmişken fırsat bu fırsat Kadıköy'den Karaköy'e geçip Beyoğlu'ndaki berberime gitmek üzere yola koyuldum.
Kadıköy iskelesi kalabalık gibiydi ama insanlar bana gayet sakin göründüler. Vapurun saati yaklaşırken bekleme salonu doldukça doluyor, ben mütemadiyen vesaite hızla binme açısından daha az avantajlı gibi dursa da, daha boş olan iskelenin gişelere yakın geri kısımlarına kayıyordum.
Fakat şans bu ki, açılan ilk kapı önümdeki oldu ve vapura itiş kakışa kalmadan bindim.
Fakat vapura girip bir an önce tepedeki açık salona doğru yola koyulduğumda çoluk çocuk ve birçok yetişkinin telaşla yukarılara doğru koşturduğunu, hatta beni geçtiklerini fark ettim.
Saat, mesai saatleri yoğunluğunun yaşandığı saatlerden değildi, bu insanlar niye koşuşturuyordu? Özellikle bazı çocukların ve kadınların vücut dilindeki heyecan ve yüzlerinde gördüğüm tebessüm bir bayram gününde olduğumuzu geç de olsa bana hatırlattı.
Bu hattı sık sık kullanmadığım için pek de alışık olmadığım ve epeyce garip bulduğum acayip vapurun oturma düzenine anında uyum göstererek bence en avantajlı koltuğa oturmayı başardım: Önümde başka koltuk yoktu, sadece belirli bir mesafede denize nazır yüksek bir parmaklık vardı.
"Ne kadar uzun!"
Etrafımdaki kalabalık hızla artarken bana aslında kısacık gelen bu vapur seferinde, İstanbul'un kimbilir ta nerelerinden gelen bu insanlar bir anda kendilerini turistik bir Boğaz turunda hissediyorlardı, üstelik "bedava!" Aydınlık, güneşli ve sıcak günde en çok çocuklar mutluluklarını dışa vuruyordu, kimi martıların fotoğrafını çekiyor, kimi ebeveynine parmağıyla "Ne kadar uzun!" diyerek Haydarpaşa mendireğini gösteriyordu.
Yanımdaki koltuğa başı örtülü bir kadın, tanımadığı bir erkeğin yanı olmasına rağmen durumu hiç sorgulamadan, bir heves oturdu. Tatlı keşmekeş en uçta oturmama rağmen bazen denizi görmeme bile engel oluyordu, fakat insanların yaydığı enerji o kadar olumluydu ki hiç sıkıntı çekmedim, tam tersine onların mutluluğu duyduğum hazzı artırdı.
Yine de Kızkulesi'nin önünden geçerken, vapurdan inme safhasında fazla vakit kaybetmemek için yerimi memnuniyetle başkalarına terk edip havasız salona indim, otomatik sürme kapının aralığından gelecek oksijenden medet umarak cama adeta yapıştım, arkamda yavaş yavaş biriken kalabalığı kale almamaya çalıştım.
Kaptanın Karaköy iskelesinin yanaşmaya en müsait ucuna yanaşmasındaki beceriksizlik denizden pek anlamayan insanların bile söylenmesine neden olmuştu; benim ise kendimi mümkün olduğunca sakin olmaya telkin etmekten başka şansım yoktu.
Beyoğlu da kalabalık olmasına rağmen hıncahınç dolu değildi; tıraşı ve masajı olup iyice gevşedikten sonra Lades'te yemek yemiştim, Eminönü'nde planladığım basmati pirinci alışverişine bile uzun bir vakit kalmıştı.
Fakat Galata kulesinin çevresindeki turistlerin tavırları bana biraz agresif görünmeye başlamıştı. Hızla yürüyerek bomboş görünen Yüksek Kaldırım'ın yanından Karaköy'e indim, eskisinin büyüleyici aurasına kıyasla çirkinliğine bir türlü alışamadığım kazulet gibi yeni Galata köprüsünden Eminönü'ne geniş kaldırımda yürürken kalabalığın iyice arttığını idrak ettim.
Hava sıcak olduğu için üzerimde bir tek tişört kalmıştı, ayrıca vapura terli binmemek için nispeten yavaş hareket etmeye çalışıyordum. Lakin Haliç'e bakan kaldırımda ilerlemeyi, kamışla balık tutanlar bir yana, artan insan sayısı yüzünden kısa zamanda bırakıp genelde yayalar ve araçlar için öngörülmüş alanları bölen yüksekçe beton ayıracın üstünde, küçük çapta akrobatik hareketlerle yürümeye devam ettim.
Arada park etmiş bazı turist minibüsleri yüzünden bazen yolun birinci şeridine çıkıp yanımdan hızla geçen araçların rüzgârını bile hissettim.
Fakat Eminönü'nde balık ekmek teknelerinin olduğu, eğreti bir meydan görünümündeki genişçe alana ulaştığımda gördüğüm insan yoğunluğundan biraz tedirgin oldum.
Yine de ritmimi mümkün olduğunca muhafaza etmeye çalışarak normalde bile kullanmaktan hoşlanmadığım alt geçide doğru ilerlemeye devam ettim.
Birkaç basamağı zar zor indikten sonra kafamı eğip geçidin diğer ucunu görmeyi başarmıştım, fakat manzara o kadar kesif ve aynı zamanda sabit bir insan seli manzarasıydı ki oraya giremeyeceğimi anlayıp anında merdivenleri gerisin geriye tırmanmaya koyuldum. Vaktim müsaitti, gerekirse birkaç yüz metre yürüyüp Tahtakale'nin uzak bir ucundan Eminönü'ne dönmeye razıydım.
Araba trafiği de aşırıydı, aralarına dalıp yayalara çok da müsait olmayan ortadaki refüje geçtim; otobüs durağının yoğunluğundan uzaklaşmaktı amacım. Parmaklıkların bitip araçların ters yöne dönmeleri için tasarlanmış ilk noktaya vardığımda yolun karşı kısmına, oradan oraya koşuşturan elleri dopdolu birçok insanla neredeyse çarpışarak geçtim. Tahtakale de pek bir kalabalıktı.
Kuru Kahveci Mehmet Efendi'nin biraz berisinde bulunan mezeci Namlı'dan almaya niyetlendiğim pirinç için insanların akın akın çıktığı son ara sokağa daldım. Arkasında büyük cüsseli bir mal paketini tekerlekli bir çekçekle taşıyan genç adamın hali haraptı; yine de insanları nazikçe uyararak ilerlemeyi nasıl da başarıyordu!
İnsanlara ve yanıbaşımızdaki tezgâhlara çarpıp devirmeden yürümek hususi bir çaba gerektiriyordu. Hasırcılar caddesine saptığımda ise yoğunluk iyice arttı.
Yürüme yaşına çoktan gelmiş bazı çocuklar dahil, çocuklarını pusetlerle bu hengâmenin içine sokanlar bilhassa pişman olmuştu. İki paket basmatiyi alıp dükkândan çıktığımda meşhur kahveciye doğru ilerlemeye koyulduğuma kısa zamanda ben de fazlasıyla pişman olmuştum.
Yalnız kültürümüzün değil, tüm gezegenin halklarının olmazsa olmazı haline gelmiş kahveyi almak için kimin sırada olduğu, kimin aksi yönde ilerlemeye çalıştığı tamamıyla karışmıştı. Niye çarşıya girdiğim yöne dönerek, birkaç yüz metre bile olsa ters istikamette yürümeyi akıl edememiştim ki?
Beterin beteriyle karşı karşıyaydım, insan seli tıkanmış, neredeyse sabit bir magmaya dönüşmüştü. Yine de ilerleme ümidi taşıyanlar fizik kurallarını zorluyor, ben de kendimi akıntıya bırakmayı tercih ediyordum.
Bedenimin bazen üst taraflarından, bazen de dengemi yitirmeme sebep olabilecek şekilde, bacak ve ayak bölgelerimden itekleniyordum. Sırt çantamı önce omzumdan sağ elime, alçak seviyede tutacak şekilde indirmiş, bu pozisyon da, hem benim hem etrafıdaki insanların olası hareketlerine mani oluşturabileceği için dopdolu çantayı iki elimle havaya kaldırmıştım.
Bir süre sonra, kafasında su testisi taşıyan kadınlar gibi başıma mümkün olduğunca dengeli şekilde yerleştirmenin faydasını da gördüm. Ama ne kadar da ağırdı!
Eminönü meydanını görebilecek köşeye ulaştığımda, deniz yönünden gelen kalabalığın yoğunluğunu ve kararlılığını fark ettim; bunun üzerine tam onlar gibi sırtımı denize verip ilerlemem gereken yöne aykırı bir yöne doğru, kendimi insan selinin akıntısına bıraktım.
Ortalık cıvıl cıvıldı, fakat aradan bazı aykırı tonlamalar da duyulmaya başlanmıştı. İnsanlar yüksek sesle uzaktakilere gelmemeleri yönünde uyarıda bulunuyor, kimisi "Alınacak matah bir şey varmış gibi... bu ne rezalet!" diye küstahça bağırıyordu. Seçtiğim yöndeki sıkışmanın diğer yönler gibi vahim olduğunu hissettiğimde esas ilerlemem gereken deniz yönüne tekrar döndüm.
Bu arada bazen bir kadın koca göğüslerini yandan koluma bastırıyor, bazen alt taraftan gelen bir itekleme yüzünden ben önümdeki başka bir kadına bodoslama abanıyordum. Yaşlı bir adam cinnet geçirirmiş gibi yapıp insanları şiddetle iteklemeye başladı, etrafındakilerin tepkisini çekti; arkasından bir eliyle çekerek sürüklemekte olduğu, torunu olduğunu tahmin ettiğim kız çocuğu hem biraz utanıyor, hem de biraz eğleniyormuş gibi mağduriyetini çehresinde acı bir tebessümle yansıtıyordu.
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı vesilesiyle Mısır Çarşısı'nın kapısının kapalı olduğunu fark ettiğimde normalde tahammül edilir vaziyetin niye katmerlendiğini idrak ettim. Fakat vakit geçiyordu, klostrofobi krizi geçirmeden buradan çıkabilecek miydim? Sakin olmam şarttı!
Zor da olsa bazen sol elimi başımdaki çantadan ayırıp pantalonumun sol cebindeki cep telefonuna binbir zahmetle ulaşıyor, saati kontrol etmeye girişiyordum.
Fakat alan o kadar sıkışıktı ki telefonun ekranındaki küçük puntolu sayıları görebilmek için onu havaya kaldırıp görebileceğim mesafeye kadar binbir zahmetle uzaklaştırıyordum.
Böylesine kalabalık bir ortama girmeyeli yıllar olmuştu, hatta şehirden uzaklaşmamın sebeplerinden biri de benzer kaoslardan kendimi soyutlamaktı.
Acaba istemsizce de olsa üzerine yaslandığım kadınlardan biri, üstelik namus bekçiliğinin tavan yaptığı günümüzde, birdenbire bana kızıp oracıkta linç edilmeme yol açar mıydı? Vapuru kaçırmaya bile razıydım, önemli olan bu mahşerden kazasız belasız kurtulmaktı.
Fakat zaman geçiyor, ben neredeyse sabit duruyor, arada sırada ancak birkaç santim ilerleyebiliyordum.
Zabıta girişe bir memur koyup bu vaziyete niye dur demiyordu? İnsanlar hâlâ akın akın gelmeye nasıl cesaret edebiliyorlardı? Bu yoğun insan temasından hoşlananlar veya yararlanalar mı vardı? Yoksa bu onlar için alışkın oldukları sıradan bir dinamik miydi?
Aradan benim için yine uzun bir zaman geçmişti, tamam vapuru kaçırıyorum herhalde diye düşünürken, saate son baktığım andan itibaren sadece üç dakika geçtiğini görünce farkındalığımın malesef şaşmaya başladığını da anladım; korkmaya başladım, ama dişlerimi sıkmaya kararlıydım...
Takriben 40 sene önce başıma gelmiş benzer bir hadise o an aklıma düştü. Fındıklı'dan annemle otobüse binmiş, Sirkeci'den kalkacak ada vapuruna yetişmeye çalışıyorduk. Fakat ilk andan itibaren Leyland marka otobüsün arka sahanlığından bir adım öteye gidememiş, sonraki duraklarda olabildiğince artan yolcu sayısı yüzünden de olduğumuz yere adeta çakılmıştık. Otobüsün içi iyice ısınmıştı.
Ergenliğe bir türlü giremeyen koca oğlan halimle ben ortadaki demir çubuğa yüzüm dönük olarak dayanıyor, iri yarı annem tam arkamda bana adeta siper vazifesi görüyordu; trafik yoğun olsa da, neyse ki yolumuz uzun değildi.
Başlangıç anını hatırlamasam da kısa bir süre sonra benim kımıldayamayacak şekilde abandığım direğe eliyle tutunan bir adamın aynı zamanda penisime de baskı uyguladığını fark ettim. Donakalmıştım. Adamın bunu farketmemiş olması mümkün değildi.
Eli de, benim bedenim de sabitti, sadece otobüsün hareketleriyle alakalı sarsıntılarda temasın yoğunluğu artıp azalıyordu.
Adam elini veya parmaklarını kesinlikle hareket ettirmiyordu; normalde bu temastan istemsizce de olsa haz almam beklenirken bende ereksiyona dair en ufak bir işaret yoktu. Başıma ilk defa böyle bir şey geliyor, bundan rahatsız olmama rağmen sesimi çıkaramıyordum.
Terlemem iyice artmış, utançtan ne yapacağımı şaşırmıştım, kıpırdayamadan yerimde sabit duruyordum. Karaköy'den sonra Eminönü'nden geçip Sirkeci'ye vardığımızda annem önden, ben arkasından otobüsü can havliyle terk ettik, vapura son anda yetiştik, ne anneme, ne de başkasına seneler boyunca hiç bir şey söyleyemedim...
29 Ekim 2019'da ise Mısır Çarşısı dehşetine rağmen, ada vapuruna rahat rahat yetişecektim...
(MT/PT)