Kitlelerin afyonu mu yoksa kolay ulaşılması sebebiyle halkın sporu mu anlaşılamamış olan futbol yine gündemimizin başköşesine oturdu. Dürüst sporcu gördüğümüzde türünün son örneğiymiş gibi davranmamız belki de sporun hatta genel kavramı özele indirerek futbolun ne kadar kirlendiğinin göstergesidir. Fair play ödülü bizzat bu açlığımızı doldurmak için düzenlenen bir müsamere gibidir.
Zaten o ödül de öyle olaylara verilir ki normalde ödül değeri olmayacak herkesin yapması gereken davranışlardır. Yani hakemin penaltı verdiği penaltı olmayan bir pozisyona futbolcunun çıkıp "hayır penaltı değil takıldım" demesi gözlerimize bir bayram havası yaşatıyor. Doğru olanı yapmak artık imkansızlıklar derecesinde olduğu için doğru yapanı takdir etmek bir bakıma. Ama biz böyle güzel şeyleri kovalarken yanımızdan akıp giden hataları yanlışları ya görmüyoruz ya da "bize dokunursa sesimizi çıkarırız" diyerek yüz çeviriyoruz.
Devir değişti
Geçmiş dönemlerde futbolun ilkel çağları diyebileceğimiz ama en temiz dönemleri olduğundan da kimsenin şüphe etmeyeceği o günlerde "paradan ayrı" bir futbol düşüncesi vardı. Herkesin derdi eğlenmek, bir takım etrafında kenetlenmek ve halkın bir bakıma örgütlü duruşunun en basit kalabalıklaşmasıydı. Formalara reklam almadan "özerk" bir şekilde forma önlerinde kendi takımlarının adını taşıyan futbolcular o dönemlerde daha futbolda kapitalizmin izine yüz sürmemişlerdi. Ne yayın geliri ne devasa reklamlar ne de saçma menajer futbolcu kulüp üçgenleri...
Ama devir değişti, siyaset ve ekonomide yavaşça geçilmeye çalışılan neo liberal politikalarla şirin gösterilmeye çalışılan kapitalizm futbola bir anda girdi. Şu anda liglerden tutun da "büyük" kulüplere kadar her ismin başına bir marka yerleştiriliyor. Payının olmadığı yönetimsel kararlarda taraftar zaten bir para akışı nesnesi olarak görüldüğü için mesela İnönü'nün adı bir günde bir yapı şirketini başına alabiliyor. Oysa ki o stat için taraftarlarının düşündüğü "romantik" kalan isimler vardı hayallerinde. "Romantik" kalmasının sebebi şu ortamda artık bunun imkansız derecede oluşu. Hepimiz biliyoruz ki oraya ne Şeref Bey'in adını verirler ne de Baba Hakkı'nın!
Sponsorluk sorunu
Avrupa'da bunun örneği fazlasıyla var. Hatta SV Eindhoven kulübü sonradan PSV olarak o "P"Yİ hem stadına hem de adına kondurmuştu. İngiltere'de bir içki firmasının yıllardır lig sponsorluğunu sürdürdüğü biliniyor. Ülkemizde de bu farklı bir marka altında devam ediyor. Son olarak da Türkiye Kupası'nda gördük bu isim başına marka kondurmayı. Önce Fortis Türkiye Kupası şimdi de Ziraat Türkiye Kupası oldu. İstatistikler şu şekilde tutuluyor artık örneğin, Türkiye Kupası'nı ilk alan X takımı olurken Fortis Türkiye Kupası'nı Y takımı aldı ve son olarak da Ziraat Türkiye Kupasını Z takımı aldı.
O çok pohpohlanan marka değeri de aslında liglerden çok şirketlerin marka değerlerini anlatıyor.
Takım sponsorları da elbette büyük paylara var dönen çarksız sistemde! Her takımın artık amblemlerinden büyük markaları var formalarında. Barcelona yıllarca bu geleneğe karşı durmuş olması bakımından ayrı bir yerde tutulabilir. Formanın sol köşesinde ufak bir takım amblemi sağ köşede formaya "diken" firmanın amblemi ortada o kulübe en büyük maddi kaynağı sağlayan şirketin ismi-logosu... Ne oluyor biliyor musunuz? Gol attıktan sonra formasındaki armayı öpmek isteyen futbolcunun bir anlık şaşırması sonucu formayı "diken" firmanın amblemini öpmesi oluyor. Bu yaşanmış gerçek olay her ne kadar bizi güldürse de futbol camiasının ahvalini gösteriyor.
Yayınlardan gelen paralar da düşünülünce aslında futbolda büyük bir adaletsizlik de ortaya çıkıyor. Bir çok ülkede "büyük" takımlar olarak bilinen kulüplerin bu pastadan en büyük payı alması zaten geliri az olan diğer takımların bir gelir kaleminden daha men edilmesini sağlıyor. Yayınlanan maçlar büyük takımlar denilen birkaç takım üzerinden yürüyor. Bu da "küçük" olarak görünen takımların ve futbolcularının "büyük" diye tanımlanan maçlarda daha hırslı ve farklı bir motivasyonla oynamasını sağlıyor. Yayın gelirleri bilmeden bir teşviğe dönüşüyor diğer kulüpler açısından böylelikle.
İstanbul takımlarının mutlak hakimiyeti
Basının da birkaç takım üzerinden dönmesi diğer takımların bu ülkede sadece puan tablosunu doldurmak üzere ligde olduğunu gösteriyor basın açısından. Örneğin Türkiye'de "üç büyüklere" ikişer sayfa ayırdıktan sonra diğer takımları neredeyse tek sayfaya sığdırmaya çalışan basın nasıl oluyorsa her takıma aynı mesafede olduğunu söylüyor. Şu bir gerçek bu ülkede Bursaspor şampiyon olduğu zaman o renkli basın spor gazetelerinin tirajları düşmüştü. Bunun yanında İstanbul takımlarından birinin şampiyon olması demek tiraj demek reyting demek. Çünkü taraftar sayılarından dolayı satılabilecek potansiyel artıyor ve bu yüzden basın alttan alta İstanbul takımlarını destekliyor. Şehir takımlarının bile kendi şehirlerindeki hemşerilerinden destek alamadığı bir zamanda sınırlı taraftar sayısıyla sınırlı başarılar elde ediyorlar.
İstanbul takımları ise taraftar sayılarını İstanbul'la sınırlamıyorlar. Örneğin Ankara deplasmanında İstanbul takımının taraftarı ev sahibi Ankara takımından daha fazla oluyor. Şehir takımı kültürü olmayışı zamanla sadece üç büyüklerin izleneceği bir lig ortamına döner. Elbette kültürü olan şehir takımları da var. Adana Demirspor, Eskişehirspor, Bursaspor İzmir takımları gibi takımlar diğer takımlara göre nispeten taraftar kültürü bakımından daha iyi konumdalar. Basının yer vermediği bu takımlarda kendi örgütlenmelerini sosyal ortamlar aracılığıyla internet üzerinden gerçekleştirebiliyorlar. Bununla ilgili Adana Demirspor tribünlerinde Şimşekler taraftar grubunun açtığı şu pankart olayı özetliyor sanırım: Medya tarafından üç büyüklerin taraftarı olmanın empoze edildiği bir ülkede bu sportif emperyalizme direnip kendi şehrinin takımına sahip çıkmanın onurunu ve gururunu yaşıyoruz!
"Tüm renkler aynı hızda kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler"
Şimdi de bir şike skandalından bahsediliyor. Şike varmış içinde başkanlar varmış futbolcular varmış. Paranın bu kadar çok dolaşımda olduğu ve can suyu olarak görüldüğü bir yerde para için şan ve şöhret için şike yapılmış olabilir mi? Para girdiği her yeri kirletir, doğasındandır. Özdemir Asaf'ın "tüm renkler aynı hızda kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler" sözünden yola çıkarsak günümüzde para her şeyi aynı hızda kirletiyordu ama birincilik şu anda futbola verilmiş durumda. Düşünün ki herkesin bir şeyler var dediği ama altını kurcalamadığı bir alan futbol. Bir borsacıyı düşünün ki size diyor ki "borsada neler dönüyor neler ama şimdi bunları açıklayamam". Sizce umursamaz şekilde takipsiz bırakılır mı bu söylem? Bırakılamaz ama futbolda hep böyle oldu. Herkes bir şeyler bildiğini bir şeyler döndüğünü söyledi patlama noktasına gelince de olay doğal süreçmiş gibi kendiliğinden patlak verdi artık!
Şimdi bu şike operasyonu da diğer operasyonlara döner mi dönmez mi herkes bunu konuşuyor. Marka değeri dedikleri o güzel tümcenin ruhuna el fatiha okunmaz üzere. Futbolcular ve takımlarda büyük bir güvensizlik var artık. Şimdi yapılan operasyon tüm takımların aynı hızda kirlendiği bir ortamda birinciliğin kime verileceği konusunda kilitlenmiş durumda.
Kirlenen renklerden renklerin kardeşliğini unutmuş futbol severler dağ fare doğurur mu doğurmaz mı bunun korkusunu da içlerinde taşıyarak "bir şey çıkmayabilir" cümlesini de akıllarının bir kenarında bulundurabilirler.
Bu tarz şike gibi organizasyonların çözümü ise futbolun endüstriyelleşmesinin artık durdurulması ve bacasız sanayi konumuna gelen futbolun "paranın tahakküm sürdüğü" iş kolu olarak değil kitlelerin eğlenmek ve farklı bir örgütlülük oluşturmak için oluşturdukları gruplar olarak görülmeye başlanmasıyla oluşacaktır. Biz futbolu güzel maçlar iyi futbolcular dürüst sporcular için izliyoruz yoksa umurumuzda değil göğüslerde taşınan reklamlar, alınan şaibeli şampiyonluklar.
Artık futbolda vur kır parçala gibi parasını ver maçı al gibi olguların yerini "temiz olsun bizim olsun" cümlesi almalı. Kirlenmek güzeldir diyerek kendimizi baya kirlettik şimdi sıra temizlikte haydi rast gele! (HK/EKN)