Özellikle geçen yıl birçok yerde çokça başarı elde eden Bilal Korkut’un “Bîraxane” adlı ilk uzun metraj filmini ancak izleyebildim.
Korkut’un kısa metraj filmlerine de (Ez Tusubasa Me-2016, Li Pey Nanê Xwe-2017, Çi Bikim-2020) internet üzeri ulaşmak mümkün.
Mardin Kızıltepe’de, 15 metrekarelik bir birahanede çekilen film; kurgusu, derdini anlatma şekli ile Kürdün başta kendisi olmak üzere toprağı, ülkesi, iç ülkesi, ilişkilenme ritüelleri, sürgünü ve daha birçok şeyi ile tartışma halini anlatıyor.
Bu anlatıyı özgün kılan ise tüm hikâyenin büyük şair Arjen Arî’nin şiirleri ile başlayıp, sürmesi ve bitmesidir. Yani bir nevi şiirin filmi çekilmiş.
Arjen Arî’nin bir dizesini koluna dövme yapan Amerikalı David’in ajan ilan edilmesi ile başlayan sohbet, durmayan biralar eşliğinde birçok noktaya varıyor.
Türkçe tek diyalog polis baskınında
Hal ve durum bir şaire saygı duruşundan, şairin imgelem dünyası üzerinden Kürtlüğün bazı duraklarına eğilerek, karşı tarafa da pejoratif dokunuşlarla şekilleniyor.
Yani Arî’nin dünyası ve o dünyadan dizeler ile var olan bu bir saatlik iş, Arî’den doğal olarak çıkarak onun ‘Efendîno’ dediği muhataba uzanıyor.
Aslında masadakilerin kederi, özlemleri, hayalleri, gerçeklikleri ve şiirler üzerinden dile gelen her şey, özü itibariyle bir sömürge anlatısı, bir sömürge çıktısıdır.
Türkçe tek diyalogun polis baskını sırasında olması, egemen dil ve onun söylediklerinin şiddeti üzerinedir.
Film başta varlık felsefesi olmak üzere, ahlak, oluş, kimlik, kaygı, özgürlük gibi alanlarda daha yoğun kalmayı tercih ediyor. Bu koordinatlar filmin en güçlü kısmını oluştururken, çıkan ya da çıkamayan siyasal mesaj izleyiciye bırakılıyor.
Toplumsalı tekil hikâyeler üzerinden anlatmayı denemesi sanırım bundan kaynaklı. Elbette ‘güneş doğacak, o bahar gelecek’ diyen Arî, herkesin bir arzusu olarak tek ağızdan dile gelmesi nihai siyasal talep olarak da görülebilir.
Sohbet edenler, Kürtlerin dört parça temsili gibidir, en azından ismen ve zikren atıflar mevcut.
Daracık mekân, sadece işeme ihtiyacını karşılıyor.
Bir çeşit kapatılma, sıkışma metaforu var. Kürtlerin genel manadaki sıkışmışlığı ile uyumlu bir durum bu. Daralma insanı melankoliye götüreceği gibi, insandaki enerjiyi de açığa çıkarabilir. Burada bir enerjiden çok ‘kayba’ ağıt hali var. Anneye, eşe, ülkeye, benliğe vs.
Duvardaki saatten de anlaşıldığı üzere zamanın durduğu, masadakiler için zaman/yaşamın iç içe bükülemediği bir hal var.
Dış ses olarak yoğunca duyulan kurşun sesleri, tuvaleti olmayan bu mekandaki bira ve sidik kokusundan bizi bir an için çıkarsa da durmuş zaman içinde tekrar o dünyaya, olağan seyrine geri dönüyor/uz.
Arjen Arî’nin şiirleri de bir çeşit durmuş/durdurulmuş zamana karşı bir mücadele olduğunu bilmemiz lazım. Çünkü erotizme, var olmaya, hissiyata, kavgaya yaslanması hayatı bir bütünen algılamak ve zamanı bükme isteğinden kaynaklıdır.
Filmin çağrıştırdığı birçok şey oldu. James Baldwin bunlardan biriydi.
Onun şahsında Türkiye’de Kürt hikâyesi, aynı zamanda bir Türkiye hikayesi olup, hoş bir hikâye olmadığını biliyoruz. Zulmün kanlı kataloğu içinde, bütün gömülmüş cesetlerin şimdi konuşmaya başladığı bir dönemde hele…
Küçükken hafızamıza kazınan sömürgenin resital imajları, günü gelince çarpıp durur yüzümüze, buz gibi.
Zaten biralar içildikçe imajlar daha hızlı akıyor filmde. Karşılıklı okunan her şiir, bizi korkutan ama güçlendiren gaddarlığı da ifşa ediyor. İsmail karakterinde görüldüğü üzere yerinde mutlu olmamanın verdiği tedirginlikle yaşamak bir azaptır.
Üzerinde yaşadığımız yerin bize ait bir gerçeklik taşımadığını, var olan gerçekliğin iğdiş edildiğini, bir yer geliştirmediğini keşfetmek ise daha büyük bir şoktur.
Bu şok ancak egemene başkaldırı ile bir yere varıyor. Duvarın öte yanında neler olup bittiğini bilmeyen; daha doğru tabirle bilmek istemeyen bir ilgisizlik, bir cehaletin nelere mal olduğunu en iyi anlatan şiirlerinden bazılarını yazarak göçtü Arî…
Yine bir tabutta geçen “Buried” (2010) istemsizce aklıma geldi. O anlamda 15 metrekarede çekilmiş film, aslında daha dar bir alanda olmalıydı.
Çünkü değindiği sıkışma, daralma hissettiğimizden, gördüğümüzden çok daha derin, bir tabutu dahi aşar. Hiçbir sesin duyulmadığı bu Kürtlük dünyası, halen daha derinlere ve dar alanlara nasıl sıkıştırılırın yıkıcı fantazyaları arasındadır. Bir yerden sonra masadakilerin de birbirini duymaması manidardır.
Fakat en çok da Ciwan Haco’nun “Destana Egîdekî” albümü döndü kafamda, çünkü filmin bir şiir filmi olması, onun sesten ibaret olması anlamına geliyor ve bu albüm atmosfere oturuyor.
Filmde yasaklanan kelimeler sahnesi var
Albümdeki “Lehî” paçası farklıdır. Ba, azman, erd, stêrk, roj, ewir, baran, derd, kul dawet, evîn, dayik, zarok, ken, girî, heval, rext, stran, xew, tarî, bahar, av, çiya, gelî, çem, hêjîr, berû, çav, dev, por, dyîk xwîşk, bira, gund, heval, zozan, dinya kelimelerini okur sadece.
Sonra geriye hêvî ve dinya kelimelerinin tekrarı kalır ve onunla biter. Bîraxane de şiire, yaşama ve arzulara ‘hêvî’ cephesinden bakıyor. Ciwan’ın dış atmosfere eklendiği kısmın biraz bu yön olduğunu düşünüyorum. Filmde yasaklanan kelimeler sahnesi var, belki oradan çağrışım yapmıştır bende, bilemiyorum.
Şahsen bu filmin sanatsal bir arayışa tekabül etmesi, derdini çok iyi oyuncularla anlatma becerisi ve kendi içinde yeni bir şeyi deniyor olmasından ötürü değerli görüyorum.
Böylesi işlerin, farklı veçhelerden anlatıların artması gerekiyor.
Her şeyden önce her tarafımıza sinmiş kolonyal vahşete karşı bir çeşit barikat işlevi gören yapımları daha çok görmek dileğiyle.
(ÖA/EMK)