‘...Gerçi ben de bazı şeylerden vazgeçmiştim zaten bir süredir. Ne fotoğraf çekiyorum artık ne de günlük tutuyorum. Olagelen ve varolanın çaresizliğini ve umutsuzluğunu olabildiğince gerçekçi ve/veya ayniyle aktarabilme çabası bile hakikaten yoruyor ve üzüyor insanı. Onun içindir ki olgunun ve hallerinin salt kimi yönlerinden göreceli olarak söz edip gerisini sizin bilginiz, kavrayışınız ve tahayyül gücünüze bırakıyorum ...’
Demiştim Güney Sudan’dan ilk yazdığımda. Aldığım kimi cevaplarda görülen o ki meramımı tam ifade edememişim!. Neyse, ziyanı yok, at değiştirmeyip aynı minval gideyim bir kez daha.
Dört mevsimin zaten nerede kaldığı ayrı bir mevzu ama burada hava iki mevsime bölünmüş durumda: Nisan-Ekim yağmur mevsimi, Kasım-Mart kurak mevsim. Aralık'la birlikte kurak sezona girdiğimiz aşikar hale geldi. Kaç haftadır hiç yağmur gör(e)medik. Yağmur da, ama şairane ama günlük konuşmalar ve nihayetinde görsel-yazılı medya olmak üzere türlü çeşit mecrada ahmak ıslatan, çisil çisil gibi başlayıp bardaktan boşanır, gök delinmiş, Nuh tufanı gibilerine dek sınıflanır ya hani; işte burdaki yağmuru gören de naçizane bir katkıda daha bulunurdu herhal. Aslında pek düşünmeye de gerek kalmadan kendini adlandırtan bir şey: İnsanı döver gibi yağıyor! Damlası, yağması, yeryüzüne düştüğünde bıraktığı iz ve etkiyle bir değişik. Maruz kalındığındaki hissiyat dayak yemişlik gibi! Örneğin, bir saatlik bir yağış sonrası bizim kampusun içindeki Papaya ağacının hali pekala anlatıyor zaten yağmurun “ismiyle müsemma”lığını! Garibim iki ayda anca toparlayabildi kendini!.
Kurak mevsimin getirdiği diyalektik hatırlatmalar var bir de. İyi ve kötünün iç içeliğine dair. Yağmur yağmayıp çamur olmayınca pırpır uçaklar gelip gidebiliyor, yöre insanı ve hastalarımız için ilaç ve lojistik destek, bizim için de temel ihtiyaç maddeleri aktarımının zincirinde sorun yaşanmıyor. Öte yandan “ağır hizmet” yağmurluğu ile çizme giyip yağmur ve çamurla boğuşmak zorunda kalmıyorsun. Azcık karikatürize edersek; şair/yazar olma teşebbüsleri(!) de son buluyor. Bu sonuncunun açılımı şöylesi: Buraların yağmuru değilse de tuvaletlerimiz benim marifetimle cümlenin malumu. ”Adam döver gibi” yağmurların her yağmasında bizim tuvaletlerin “su seviyesi” iki-üç karış yükseliyordu. Kasım’da bir ara öyle bir hale geldi ki; herkes, İstanbul’un kurak yıllarındaki barajlardaki doluluk seviyesi haberleri gibi, vaziyeti günlük izler ve konuşur oldu. Seviye hiç abartmasız yüzeye iki karışa kadar gelince de başladı işte şair-yazar öykünmeleri, imgelemden çeşitli örneklemelerle! İklim ve bitki örtüsünün getirdikleri dolayısı ile oda-tukul-çadır her şey zeminden iki karış yükseklikte konumlanmış vaziyette. Aralar(ın)da da killi topraktan yapılmış bağlantı patikaları. Şimdi görünen akıbet o idi ki, bir-iki yağmur daha yağsa tuvaletler taşacak, muhteviyat içersindeki doğal insan yapımı ve endüstriyel insan yapımı kapsam ortalığı kaplayınca bizim kampusun manzarası bir tür çeltik tarlası ya da post-modern bir “enstalasyon” görünümünü alacak... Herkes muhayyilesine göre olası manzaralardan kesitler sunup betimlemeler yapıyordu artık. Yeşil alanın gerisinde ve çayırların içinde oldukları için diğerlerinin gözdesi olan çadırlarda kalanlara acıyarak bakılır olmuştu. İmgelem dışı bir diğer konuşma olgusu da; zemini toprak, yanları ağaç dallarına sıvama çamur olan tukulların zeminden ve yandan sızdırmazlık-geçirgenlik katsayılarının ve dayanıklılıklarını ne kadar olabileceği idi. Artık tahliye söz konusu olamayacağına göre, hangi odaların çoklu paylaşıma açılacağı planlanmaya başlandığında yağmurlar seyrekleşmeye yüz tuttu da, “ferahlık veren ve iç açıcı” konuşmalar son buldu!
Ama dedik ya felsefe, hayat ve diyalektik işliyor: Kimi yönlerden “iyi” olanın kötüsü, asıl gerçeği şu ki; yağmur yağmayınca da kuyulardaki su seviyesi düşüyor ki bu insan-hayvan istisnasız herkes için kötü. Göz önündeki örnek, kanaldaki su seviyesi o kadar azaldı ki artık ne yüzen, oynayan çocuklar var ne yıkanan ve yıkayan insanlar. Bir tek hayvanlar var, kalan bir karış çamurlu sudan susuzluğunu gidermeye çalışan.
Biz de bu halden azade değiliz kuşkusuz. Alan sorumlusu Wendy, yaklaşık üç hafta öncesi bütün ekiple bir toplantı yaparak mevsim ve su durumu ve kuyular/tulumbalar hakkında bilgi sundu. Ardından günde iki kez tulumba ile bidonlara doldurulup araçla taşınarak getirilen suda günlük tüketimimizin 600 lt ve bunun da burası için çok fazla olduğunu belirterek, kabul edilebilir olanın 400-450 lt civarı olabileceğine dikkatimizi çekti. Düşünülebilecek uygulamalar: Mümkünse günde bir kova su ile tek duş, kişisel yıkama yerine iç çamaşırları hariç haftada iki gün çamaşır yıkatma günü ve ikincil kullanım. Örneğin oda-mıntıka temizliğinde çamaşır yıkama sularının kullanılması gibi...
Kurağa girilmiş olması hava sıcaklıkları ve neminde pek fark edilir bir değişiklik yaratmadı. "Reçel kaynatmaya" aynen devam! 2005’deki büyük deprem sonrası merkez üs olan Mansehra-Pakistan’a gittiğimde de mevsim yaz idi. Rutubet burası kadar değilse de sıcak ve tozun aşağı kalır yanı yoktu. İki ay sonra geri döndüğümde mutat üzre Horhor’daki Sofular hamamına gitmiştik Çarşamba ekibi olarak. Cehennem odasında ter atıp tellağa teslim olduktan bir-iki dakika sonra üzerimden akana şaşakalan tellak, ‘Birader” deyip bir an duraladıktan sonra, ‘nerden buldun sen bu çamuru?!..’ diye sormaktan kendini alamamıştı. Ben ne diyeceğimi toparlamaya çalışırken cennetmekan Sadettin, ‘Pakistan çamuru bu, Pakistan!’ diye yandan bağırıp kahkahayı basmıştı. Burada da güneşten beynim adeta kaynarken düşünüyorum bazen, ‘ “Pakistan çamuru”na beş basar vaziyetteyim, acep Sofular’ın tellağı bu halime ne diyecek?..’ diye. O bir şey değil de; asıl acıtıp hüzünlendiren şey, artık dönüşlerimde Sadettin’in ol(a)mayacağı gerçeğinin farkında olmak. Sofular, ardından Paçacı Hasan ya da Saffet ağabeyin balıkçısı... hayatımdaki bir dolu şey gibi onlar da şimdi uzak bir rüya gibi! Adım gibi biliyorum Hüseyin Hoca ile yan yana gelmiş, kıs kıs gülüyorlardır bana!.. Ama olsun, gün olur, devran döner görüşürüz bir gün yine elbet!
Ender de olsa bazen sabahın erkeni ve akşamın gün batımında hava “şurup gibi” oluyor. İşte o zamanlarda nefes almaktan ve toz-toprak da olsa hastaneye gidiş-gelişte yürümekten zevk alınabiliniyor. Yine bazı geceler hafif rüzgarlı olduğunda bilumum sinek-böcek, özellikle de sivirisinekler kuytulara çekiliyor. Ben de; dokuzda kapatılan jeneratör ve elektriksizlik nedeniyle çöken karanlıkta, herkes gibi mecburen girdiğim yatak ve tente altından sıyrılıp atıyorum sandalyeyi kapı önüne: Çevirip kafamı göğe; Afrika’nın karanlığında gökkubbe, ay (yüzük-hilal’den başladı, yarım’ı geçip dolunaya yaklaştı), yıldızlar, Samanyolu’nun güzelliğine ve sonsuzluğuna erişmeye çalışıyorum kendimce. Haddimi bilip orada duruyorum elbet. O noktadan ötesini alimlere, felsefecilere ve şairlere bırakmak lazım geliyor. Kaldı ki, görüntünün çekim gücüyle şiir, şair derken Akif (Kurtuluş) geliyor aklıma zaten, biraz burukl. Zira sözleşmiştik, buraya gelmeden önce Ege’ye, ona konukluğa gidecek ve bir zaman yetebilecek bir sohbeti ve zamanı paylaşacaktık. Gidemedim. Kısmetse dönüşte artık. Hem; onun şairane konuşmasına mukabil benim de anlatacak bir şeylerim olacak böylelikle, diye teselli buluyorum kendimce.
Diyalektik bu noktada da hizmette! Normal havalarda buralarda gecenin bir diğer güzelliği de, çocukluğumun ananemle beraber ki KaraMustafalı köyü zamanlarından bu yana göremediğim ateşböcekleri! Ama gerçekten muhteşemler. Artık neon değil de LED diyeceğiz herhal, öylesi parlak ve ışıltılılar. Ve o kadar çoklar ki, adeta festival manzarasına çevirircesine uçuşuyorlar gecenin içinde. Ne yazık ki hava durgunken haşarat yüzünden çok kısa süre izleyebildiğin bu güzellik, rüzgarlı gecelerde de hava muhalefeti yüzünden iptal olan şehir hatları gemileri gibi kayboluveriyor!
Ameliyathane ışığının fotoğrafı da ne alaka? diye sorulabilir.. ama var onun da bizi bir süre gizli gizli güldürüp oyalayan hikayesi. Şekilde görüldüğünden öte, öncelikle bir ışıklı kısmı, diğer ucunda da tahtaravalli gibi denge sağlayan ağırlıyla basit ve mobil ameliyathane ışığı idi o başlangıçta. Danimarkalı cerrah Martin gelince hikayenin seyri ve lambanın hali giderek değişti. Artık her ne oluyorsa oluyor –belki de aynı boy/hizada olmalarından mıydı ne- boyna kafasını çarpıyordu bizimkisi. Ama öyle böyle değil; kimi ön dişi sallanıyor, neredeyse düşecek hale geliyor, kimi de alın şişip morarıyor... İlk çarptığında hiç istifini bozmayıp, ‘Buna dikkat etmek lazım arkadaşlar!’ gibisinden bir iki laf söyledi. Ama pehlivan tefrikası gibi neredeyse her gün çarpmaya devam etti. Bende aşama fotoğrafları var: Vurma sayısı arttıkça o da kendince önlem(ler) aldı. İlkin ağırlığı beyaz kağıt flasterle kaplayıp üzerine kalın işaretleyici kalemle zikzaklı kırmızı çizgiler çizdi. Olmadı. Sonra ameliyatta sıvı-kan vs ile üzerleri ıslanmasın diye taktıkları kasap önlüğüne benzer ama ince plastikten önlüğü ağırlığın arkasına yapıştırdı. Teorisince ameliyathanenin iki köşesindeki büyük ayaklı vantilatörlerin rüzgarıyla bayrak gibi salınan önlük uyarıcı işlev görecekti! Ama tahmin ettiğiniz gibi plan yürümedi, Martin kafayı vurmaya devam etti. En son hal fotoğrafta gördüğünüz idi: Üzeri büyük kırmızı işaret ve yazılarla kaplı olan koyu sarı çöp torbasını bağlayıp ikaz bayrağı olarak kullanmak. Bildiniz, o da fayda getirmedi, çarpmaya devam. Dudağı zedelendi, gözünü şişip morarmaktan soğuk uygulamayla kurtardık. Nihayetinde 3 haftasını tamamlayıp gitti de; o lambadan, lamba ondan kurtardı. Hemşire Judy dalgalanan kısmı kesti ama yapışık kırmızı-turuncu torba ile üstteki beyaz flaster kırmızı zikzaklar hatıra olarak halen muhafaza edilmekte.
“Lyra” şekli diye adlandırılan hakikaten görkemli boynuzları, omuz başlarındaki “hörgüçvari” çıkıntıları, bizim yerli anadolu sığırlarına nazaran heybetli cüsseleriyle arz-ı endam eden ve her daim her yerde olan sığırlar; bütün Güney Sudan’da olduğu gibi, Nuer nüfusun bölgesi olan yaşadığımız yer yani Yukarı Nil Eyaletinde de insanların en değerli varlığı. En basitinden günlük hayat onları sabah sağmasından önce rahat ettirebilmek için toparlandıkları alanın bir kaç yerinde birden kimi bitkilerle ateş yakıp duman saldırmak ve sığırları sinek-böcek tasallutundan uzak tutmaya çalışmakla başlıyor, akşam da aynı şekilde kapanıyor.
Sığırların anlam ve önemine dair daha derin örneklemeyi de Nuer ceza yasalarından seçmelerle yapmaya çalışayım: Birinci bab 1. Maddeye göre insan öldürmenin cezası ya kurşuna dizilerek-asılarak idam ya da 60 baş sığır tazminat, 20 baş sığır ceza ve 10 yıl hapis! Eğer cinayet ateşli silahlar dışındaki nesnelerle işlenmişse, bunu düzenleyen 2. Maddeye göre hapis süresi aynı kalırken, sayılar 80 ve 10 baş olarak değişiyor. 25. Madde Vücut, organ ve uzuv hasarlarında verilecek cezaları düzenliyor: Gözü yaralamak 3 baş, kör etmek 5 baş sığır. Dil kesmek 1 doğurmamış inek artı 1 erkek dana. Parmak kırmak 1 dişi sığır, başparmak 1 dişi sığır artı bir öküz. Kız çocuk ve kadının bir dişini kırmanın cezası 1 dişi dana iken yaşlı kadınlar için bu 1 erkek dana. Bir kadının bir göğsünün kaybında ceza 1 gebe sığır. 25. Maddenin maddenin 3. ve 4. bentlerine göre kafatası kırılması ve göğüs kafesi hasarlanmasında ceza yok! 42. Maddeye göre büyüyle bir insanın öldürülmesi ve bu durumun kesin delillerinin mevcudiyeti veya mahkemece saptanması halinde büyücünün 60 baş sığır tazminat, 20 baş sığır ceza ödeyeceğini belirliyor! Maddenin ikinci bendinde belirtildiği üzere; büyü faaliyeti hane ve/veya hane halkının zarar görmesine neden olduysa; büyücünün cezası 2 baş sığır ve 5 yıl hapis!
Sığırların idrar ve dışkısı bir zamanlar istisnasız hem kadınlar hem de erkekler için saç-vücut bakımı ve makyajında temel unsur imiş. Bir diğer gelenek olan; erkek çocukların alt-ön iki kesici dişini çekerek daha cesur ve güçlü olmasını sağlama uygulamasının izlerini bugünün yaşlı, hatta genç erkeklerinde bile hala gözlemleyebiliyorsunuz ama birincisi ortadan kalkmış görünmekte.
Yerlilerde görürdüm. Bu aralar yöreye gelen ve ingilizcesiyle “Nomad” denilen; özgün kültürleri, günlük hal ve giyisileri ile gerçekten çok renkli insanlar olan arap kökenli afrikalı göçmen grupta ise her gün gördüğüm bir hal: Plastik bidonda süt, bütün gün ellerinde! Susadıklarında veya acıktıklarında dikiyorlar kafaya. Peki nasıl oluyor da gölgede 40 derece sıcakta o süt kesilmiyor, bozulmuyor? Bilen yok. Göçmenlerin arapça kırması değişik dilini doğru dürüst konuşabilen de yok, öğrenemedim. Ama buraya dair okuduğum bir kitap, “Emma’s war” ipucu veriyor: Sığır idrarı aktardığım kullanımlara ek olarak elde edilen sütün korunması ve renk artı aroma kazandırılmasında da kullanılan bir materyal idi!
Nuer’lerde kadınların “sünnet” (işlemin uygulanması, gözetilen “formasyon” ve gerekçesi hakikaten aktarılamayacak kadar kötü) edilmesi yakın geçmişe kadar yaygın gelenek imiş. Şimdilerde hemen hemen ortadan kalkmış. Ama “Gaar”ın azalmasına karşın çoğunlukla yine de hüküm sürdüğünü kendi gözünüzle görebiliyorsunuz. Erkeklerin alınlarında enlemesine paralel, bir şakaktan öbür şakağa uzanann 6 ila 7 nedbe izinin kaldığı geleneğin adı Gaar. Erkek çocukların ergenliğe geçiş döneminde kızgın mille alına bu çizgileri çektirmek; bu esnada ses çıkarmayıp güç ve dayanıklılığını, “erkek/adam” olduğunu göstermek şeklinde icra edilen bu tören Nuer geleneğinde önemli bir yer tutan ve insanların dediği gibi artık kimi gençler pek yanaşmasa da zamana hala yenilmemiş ve varlığını geniş ölçekte sürdüren bir uygulama. Karşılaştığınız her on erkekten yedi-sekizini öylesi görünce anlayabiliyorsunuz.
Buradaki hayatımızda, sağlık platformundaki çalışmalar ve bu esnadaki yardımlaşmaların ötesindeki günlük yaşamda da herkesin kişiliği, niyeti ve yetenekleri bağlamında gerçekleşen iş bölümü ve yardımlaşma da bir diğer vakıa. Birarada yaşam sürüp günler ilerledikçe herkes yukarıda zikrettiğim ölçütlerde öne çıkıp kimi rol ve işlevleri üstleniyor.
En temel unsurlardan biri olan yemek pişirme konusunda “nakıs” seviyede olduğum için ben de süreci ve insanları izleyip, onların eksik ve/veya zayıf kaldığı ama benim bilip becerebildiğim platformlarda destek vererek katkıda bulunmaya çalışıyorum arkadaşlarıma: Ekibin doktorluğunu yapmak, bahçıvanlık, mangal yakmak ve fırıncılık yapmak, çöp faraşını çakmakla eritip lehim yaparak bidon musluklarının onarımı gibilerinden bakım ve onarım işleri, haftalık çalışma raporlarının istaistik tablolarından bunalanlara basit çözümler icat etmek... Bunlardan bana göre en komiği de -ki ebe Antonia’ya göre onlar için en hayati olan- şişe açmak! Ne hikmetse başından beri bir şişe açacağımız yok ve kimseler de ne alıyor, ne getiriyor. Benden başka da çatal-kaşık sapı ve/veya çakmak marifetiyle şişe açabilen yok! O yüzden elinde şişe, mütebessim, yanıbaşımda dikilenler öğlen ve de özellikle akşam vakitlerinin klasik görüntüsü!
Sonuçta bir takım ünvanlar kazanıyorum ki, “Fireman” olmak da böylesi bir hikaye. Her Türk insanı gibi benim de mangalla hemhal olmuşluğum var illaki. Ne ki, Atilla (Mermeroluk) ve ağabeyim Özcan gibi bu işin ustası olanların yanında esamisi okunmayacak olan ben, “körler diyarında şaşı” misal ateşçi başı oluverdim. Hafta sonları yerel çalışanlarımız izinli. Her işimiz kendimiz yapıyoruz. E, ateşsiz de hiç bir şey olmuyor, malumunuz. Ama kısa sürede görüldü ki var olan ekipte kimse mangal yakmasını bilmiyor. Niyetlenip eline yüzüne bulaştıran bir-ikisine baştan müdahale edip –yukarıda zikrolunan iki ustadan gözlemlerden hareketle- nasıl olmayacağını ve nasıl olması gerektiğini anlatarak gösterince ihale bana kaldı.
Fırıncılık da o misal. Wendy ekip morali için cumartesi geceleri pizza eşliğinde dvd’den film gösterimi yapmaya çalışıyor. Pazar da ekmek yapılıyor. Pizza için hazırlayabilen, ekmek için hamurkarlar var da, fırın yakacak ve pişirecek yok. E, serde Çarşambalı’lık var; taşfırın, odunateşi, koltukaltı falan gibi bilinir şeyleri ifade ettim bizimkilere mevzu olunca... ve bildiniz, ihale bende! Yani yalandan değil, harbiden yapıyorum ama hava zaten her gün bunaltmakta, bir de haftada iki gün boyunca mangal, fırın, ateş, kül... zor! diyeceğim ama, söz konusu dayanışma olunca gerisi teferruat oluyor, bilinir.
Dileriz doğan güneş, gelen gün ve yıl; barış, iyillik ve güzellik halleri getirir her yerlere ve herkeslere.
Selam ve kalbi sevgiyle... (ET/HK)
Meraklısına notlar!
1. “Emma’s war” Yazarı ABD’li gazeteci Deborah Scroggins. STÖ mensubu olarak Afrika’da çalıştığı sırada, iç savaşın bir kanadının ve günümüz muhalefetinin lideri Riek Machar’la evlenen İngiliz Emma McCune (1964-1993) üzerinden; asıl olarak Güney Sudan ve Sudan’ın tarihi, sosyo-kültürel ve ekonomi-politiği üzerine geniş bilgiler yanı sıra, 80 ve özellikle Sovyetlerin çöküşü sonrası Afrikanın Boynuzu’nda neler olduğunun da aktarıldığı ilginç bir kitap. Sevgili Seyfi’ye (Öngider) duyurulur!
2. ‘…
Zaman ilerledikçe insani yardım görevlileri profesyonelleştiler, marjinallerin yerini lojistik ya da işletme diplomalılar aldı; böylece yeni-sömürge kabarcığı kenar mahalleden çıkarak en üst mevkilere gelmiş oldu: Klimalı 4x4 cipler, hizmetkarlı villalar, yerel üniversiteden istihdam edilmiş iki dil konuşan profesör şoförler, her gün sarhoş olunan bombalanması muhtemel gece klüpleri, tek amacı sübvansiyon tokatlamak olan az ya da çok palavradan kalkınma projeleri. Vitrine yansıtılan, batı’nın olmayı hayal ettiği ama hiçbir zaman olamadığı bir toplumdu: Cinsiyetler arası eşitlik, mikro-kalkınma, güçlendirme yaklaşımı, faillik, sürdürülebilirlik ve bu yeni misyonerlere muayyen bir iş güvenliği sağlayacak “yıllık rapor”un hep beraber yüceltilmesi.
…’
Olvier Roy, Kayıp Şarkın Peşinde – söyleşi Jean-Louis Schlegel, s152-153, 2015