Çok alametler belirdi kıyamet kötülüğünün vaktinin geldiğine dair…
Her şeyden önce bu ülkenin en temel ve en köklü sorununu çözebilecek müzakere girişimleri berhava edildi. Ardından ortalık kan gölüne döndü. Kör terör ve şiddet hepimizin hayatına hükmünü nakşetti. Bu yetmezmiş gibi “Allah’ın büyük lütfu” olarak imdada yetişen darbe girişimi sonrası var edilen OHAL ile özgürlüğün kendisi zapturapt altına alındı. Simgesel ve fiziki şiddet toplumun kılcal damarlarına kadar yayıldı. 7 / 24 çalışan ihbar hatları sayesinde insanlar birbirinin kurdu haline dönüştü.
Ardından sınırsız bir şiddete ve vahşete gark oldu toplum denilen yaşayan “organizma”. Bu dehşet ortamında her birimiz, kültürel varoluşumuzdan adım adım geriledik ve ilkel hayvani benliğimize çekildik. Her ne şart altında olursa olsun devamlılığımızı sağlamak, olağanüstü bu şiddet ortamında regrese olan benliğimizin tek amacı haline geldi. Vefa ve dayanışma, dinlemek ve anlamak yerini yalnız bırakmak ve muktedirin işaret ettiğine tepki göstermeye bıraktı.
Ama tüm bu olup bitenler büyük bir “öteki” ile taçlandırılmalıydı. Hardt ve Negri yıllar önce yaratılmak istenen İmparatorluk’u, tek bir şefin hakikatlerinin yönettiği küresel bir konser olarak tanımlamış ve “bu tek gücün” amaçlarına ulaşmak için, “sınırlarda barbarlara içeride de asillere karşı ‘haklı savaşlar’ yürütmek” zorunda olduğunu ifade etmişti. Yine Hardt ve Negri’nin altını çizdiği gibi böylesi bir dönüşümün başarıya ulaşabilmesi için “düşman”ın tanımlanması, sıradanlaşması ve “etik düzene mutlak bir tehdit” olarak mutlaklaştırılması gerekliydi. İşte bu günlerde yaşadığımız cehennem, sözü edilen mutlaklaştırmanın şekillendirildiği vasattır.
Tanıl Bora, faşizmi bir rejim - devlet biçimi, örgütlü faşist hareket ve sıradan - gündelik faşizm olarak üç ana başlık dahilinde ele almaktadır. Bu bağlamda otuz yılı aşkın bir süredir devam eden çatışma ortamının gündelik hayatı doğrudan etkilendiğini ve her tarafta “milli” ve “yerli” reflekslerin olabildiğince sertleştiğini artık kabul etmek zorundayız. Zaten bu nedenle en temel insan hakları konuları bile “alma - verme” çerçevesinde değerlendirilmiş ve gündelik olayların hemen hepsi politik bir hedefe ve örgütsel yönlendirmeye bağlı olmadan “öteki” olarak tanımlananların “haddini bilmeme” ya da “haddini aşma”sı olarak okunmuştur. Kuşkusuz sıradan gündelik hayat, böylesi bir algı ile malul olunca (edilince), bu zeminde yükselen rejim de kendisini büyük bir keyfiyet serbestisi içerisinde var edebilmiştir. Böylesi bir “kurucu” var ediş nedeniyle rejimin muktedir(ler)i, “öteki”nin her daim kendilerinin bahşettikleri ile yetinmesini, daha fazlasını istemeye dahi cüret etmemesini, eğer cüret ederse de pek bir yönlendirmeye gerek duymadan gündelik hayatın dinamiklerinin onları boğacağını öngörmüşlerdir.
Hasılı kelam “had bilme ve bilmeme” sorunsalı, gündelik sıradan hayat ile muktedirin katını birbirine eklemleyen toplumsal bir tutkaldır. Bu nedenle söz konusu mutabakat göz ardı edilip, faşizm, “bir yerlerde tasarlanan ve donatılıp tüm yetkinliği ile toplum içine salınan” bir hareket olarak tanımlanmamalıdır. Bu bağlamda bugün var olan temel sorunumuz bir kişi ya da bir parti ile sınırlı değildir. Aksine kişi ve partileri aşan ve kendisini “had bilmelisin” ile özetleyen algının sağ ve “sol” cenahlardaki yaygın toplumsal kabulüdür.
Pekiyi insan “had bilerek” nasıl yaşar?
Yaşayamaz!
Daha doğrusu yaşamasına izin vermeyecek bir travmayla hep içiçe “yaşar” (nefes alır). Ki o travma, benliğini her daim yakar ve yıkar. İnsanı eksik değil, eksiltilmiş bırakır. Birilerinin kendisinin bir parçasını her daim çalıp götürdüğünü hissettirir ona. Olmayan cennetini çalan günahkârlarla karşı da öfkeyi var eder travmatik bilinçte. Daha kötüsü her zaman ve her yerde hep aynı içerikle tekrarlanan resmi beyanatlar, patlayan bombalar, yaşanan gözaltılar, sayesinde had bilme konusundaki her “yetkinleşme”, benliğin günahkâra olan öfkesini de maksimize eder.
Ama hiçbir (faşist) rejim, gündelik hayatta bu düzeyde benlik travmalarıyla karşılaşan ve bunlarla baş edemeyen insanların rızasını almadan yaşayamaz.
Rıza, “yabancı düşmanlığı” ile var edilir.
Aslında tüm dünyanın bizleri sevmediği, büyümemizden ve güçlü ülke olmamızdan kaygı duydukları, aslında bizleri çökertmek için her şeyi yaptıkları, hatta “terörist” ve “düşmanlarımızı” bile koruyup kolladıkları, bunun için komplolar kurdukları, gece - gündüz hep bizlerle uğraştıkları, bıkıp usanmadan ve iyilik içermeyen mutlak bir kötülük olarak ve de özneleri net olarak tanımlanmadan, aksine bir giz altında özne mistisize edilerek topluma boca edilir. Hatta (faşizan) rejim, bir yandan neoliberal dünya ile ekonomik ilişkilerini derinleştirirken, diğer yandan neoliberal dünyada “yeterince” parası olmadığı için var sayılmayan ya da “güçlü bağlantıları” olmadığı için medyada görünemeyen ve bu nedenle otomatikman yok sayılan insanların haklı öfkelerini de söylemlerine ekler. Bu aşamada toplumun derinliklerine sinmiş sağın “dış güçler” ve solun “emperyalizm” söylemleri çokça işe yarar…
Ne acı ki; evrensellikten ve enternasyonalizmden kopartılmış bir emperyalizm söyleminin aslında faşizan bir rejimin kurulmasının temel harcı olduğunu fark edemeyen ya da fark etmek istemeyen sol söylem de “emperyalizm karşıtlığı” adına “bağımsızlıkçı” bir duygu ile kurulacak bu rejime sol’dan destek olur.
Ahmed Arif’in dizelerinin aksine artık “bir ufka vardık ki” yalnızız sevgilim: Hem de hiç kimsenin hiç kimseye güvenmediği bir yalnızlık...
İçimizin dışımızın, önümüz ve arkamızın düşmanlar, hainler, teröristler ve bil cümle "mahlûkatla" çevrildiği bir yalnızlık. Yarının ne olacağına dair bırakın umudu, hiçbir umutsuz öngörünün dahi tahayyül edilemediği bir yalnızlık: Hasılı kelam tümüyle belirsizlik…
Daha önemlisi yolda, arabada, stadyumda, kreşte, ez cümle her an ve her yerde yaşanabilecek bir vahşi saldırıda can vermenin, sadece düşüncelerini açıkladığı için hain sayılmanın, kendi kendimizi “gönüllüce” ihbar ettiğimiz sosyal medyada hedef gösterilip lince maruz kalmanın ya da toplumdan öteye ve hatta “içeri”ye düşmenin an meselesi olduğu bir yalnızlık…
Acı ama görülmelidir ki; artık korku hayatı ele geçirmiş ve insan yalnız kalmanın cehenneminde bir başına çaresizliğiyle başbaşa kalmıştır. Ve devlet - rejim, bu yalnızlık denizinde insanın sığınabileceği ve hatta çaresizliğini aşarak muktedir hissini bile yaşayabileceği “güvenli” tek limandır…
Bu nedenle bilelim ki; hangi amaçla olursa olsun ve kendisince hangi “ulvi” gerekçeye dayanırsa dayansın bugün patlayan her silah, sıkılan her kurşun, atılan her bomba kötülüğü var etmektedir. Hepimiz için ecel dışındaki her ölümü sonsuza kadar yok edebileceğimiz ve yine hepimiz için feda kültürü yerine ölmemeyi ve öldürmemeyi kutsayacağımız güvenli bir limanı toplumun bağrında var etmedikçe kötülük hükmünü sürdürecektir bu topraklarda. (OE/HK)
* Fotoğraf: Haluk Kalafat