Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Eğitim Fakültesinde 5 Nisan günü meydana gelen silahlı saldırıda Dekan Yardımcısı Mikail Yalçın, Fakülte Sekreteri Fatih Özmutlu, araştırma görevlisi Yasir Armağan ile öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Serdar Çağlak hayatını yitirdi. Ölenlerin yakınlarına sabır ve başsağlığı diliyorum. Ateş düştüğü yeri yakar, unutmuyorum.
Katliamı gerçekleştiren Eğitim Fakültesi Araştırma Görevlisi Volkan Bayar alınan ifadesinde kendisiyle uğraşanların “cezasını” kestiğini ve pişman olmadığını söylemiş.
Basında yer alan haberlere göre Bayar, 15 Temmuz 2016'daki darbe girişiminin ardından Fakültedeki bazı akademisyenler hakkında Gülen Cemaati ile bağlantılı oldukları iddiasıyla 102 kişi hakkında ihbarlarda bulunmuş. Bu nedenle Rektörlük tarafından ihraç edilenler ve 5,5 ay tutuklu kalıp yargılanan sonra beraat edenler var…
Rektör ve Vali “polis kordonu altında” girebildiği üniversitede 6 Nisan günü yapılan cenaze töreninde Mikail Yalçın’ın ağabeyi Habil Yalçın; “Kardeşim öldürülmedi, öldürtüldü. Vicdanınızda boğulacaksınız” demiş (Cumhuriyet. 6.4.2018).
Bu sözün özü; gerçeğin dehşet verici en acımasız kahreden yüzüdür…
Bu katliamın sorumlusu kimdir, sorumluları kimlerdir?
Bu günlere nasıl geldik? Sadece silah mıdır, bireysel silahlanma mıdır katliamların, cinayetlerin nedeni?
Şiddetin hiç payı yok mudur bu katliamda ve geride bıraktığı acılarda ve bu kan gölünde?
Ünsal Oskay, “Efendi/Köle” İlişkisi Açısından Şiddet ve Görünümleri Üzerine başlıklı yazısında şiddetin insanla olan ilişkisinden önce, doğa ile ilişkisinde görüldüğünü yazdı. İnsan önceleri kendisini doğanın bir parçası sayıyor, ihtiyacından fazla tüketmiyor ve yiyeceğinden fazla hayvan avlamıyordu. Doğa insanın akıl erdiremediği bir güçtü, insan ona yaranmak için doğa ile dost geçinme siyasetini sürdürüyordu. Ne zaman üretim süreçlerini öğrendi ve sürece müdahale etmeye başlayınca insanın doğa ile olan dostluğu bozuldu.
İlkel toplumlarda doğayı kullanarak elde edilmek istenen üstünlük şekil değiştirdi. İnsanlar savunma aracı olarak gördükleri savaşı, saldırı aracı olarak kullanmaya başladı. Diğer insan toplulukları üzerinde üstünlük sağlamak için düşman gördüğü ve savaşta tutsak aldığı insanları köle olarak kullanmaya başladı. Giderek şiddet insanların insanlar üzerinde müdahale aracına, iktidar ve üstünlük sağlayan güce dönüştü.
Savaştaki tutsakların köleliğinden sonra ekonomik ve siyasal farklılaşmalara bağlı olarak kişisel efendi/köle ilişkisi ortaya çıktı (Oskay).
Böylece asıl kalıcı ve sürekli hale dönüşen “şiddet” ve şiddetin kullanım biçimi yeni bir dönemi başlattı, şiddet hayatlarımıza egemen oldu (Cogito. 1996. Sayı 6-7. YKY).
Efendi/köle ilişkisinde, köle kendisini yeniden özgür kılmak isteyecektir. Efendi ise buna karşı önlem alacaktır. Örneğin eski Greklerin bulduğu yöntem köleyi sürekli ellerinden ya da ayaklarından zincire vurmak ve pranga içinde tutmaktır.
Bu hali günümüze uyguladığınızda en gelişmiş yöntem ise; efendi/köle ilişkisinin kölenin gözünde meşrulaştırılmasıdır. Zaten köle özgür bir insanken esir düşmüştür ve böylece hayatı bağışlanmış gibidir. Fiziksel varlığını sürdürme olanağı elde etmesi karşılığında kendi iradesinden ve kimliğinden, efendisinin iradesi karşısında feragat etmeyi çoktan kabul etmiştir. Bu meşrulaştırma başlangıcı, kölenin içinde bulunduğu kölelik statüsünden kurtulma şansı azaldıkça yoğunlaşmaktadır. Sonunda köle, efendisinin görkemi, azameti ve gücü karşısında ona “hayranlık” bile duyabilmekte ve baskı sürdükçe, efendi/köle ilişkisini bozma şansı azaldıkça, köle, “celladına âşık olabilmektedir” (Oskay).
Kölelik kalkmıştır. Ama felsefesine uygun olarak, insanlar insanlara karşı efendi/köle ilişkisini meşrulaştırmaya bağlı hayatlar üretmeyi sürdürmektedir. Bu çabanın beslendiği temel şiddettir ve sistem şiddete dayalıdır. Geçmişte, Roma’da sıradan insanları yönetmeyi kolaylaştırmak için “ekmek ve sirk” formülü kullanılıyordu. Roma’da asayişi sağlamak için herkese mısır ve zeytinyağı dağıtılırdı. Ekmeklik mısır ununa ek olarak, arenalarda sirk gösterileri yapılırdı. Baskı altında ve korkular içinde yaşayan halk, birbirlerini kılıç, kalkan, ağ ve mızraklarla döğüşerek öldüren gladyatörleri seyrederdi.
Şiddete dayanan yönetimlerde halkın şiddetle olan garip ilişkisi yüzyıllardır sürüyor…
Osmanlı’da devlet geleneği şiddet üzerine kurulmuş bir düzenin devamına bağlanmıştı. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’un fethinin hemen ardından devlete üç kuşak boyu hizmet etmiş Çandarlı sülalesinin başveziri Halil Paşa’yı öldürmesi, tahta çıkan padişahların bütün kardeşlerini boğdurması gibi. Efendi olarak kalmak için birbirini boğazlayanlardan korkan kulların korkuları üzerine kurulu bir devlet felsefesi ne kadar eski olsa da bir o kadar yenidir. Meşruiyetini şiddete dayandırmış olarak başka biçimlerde sürdürmektedir…
Yeniden Ünsal Oskay’a dönelim: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı’nda bizde romanın ve lirik şiirin 19. Yüzyıla dek niçin ortaya çıkmadığını irdelerken ileri sürdüğü gibi, Partlardan* Bizans’a, oradan da Osmanlı’ya geçen bu devlet felsefesi sonucunda “Şark’ta bir tek kişinin özgür iradesi olmuştur: Firavunların, Sultanların, Şahların… Baştaki bu tek iradenin dışında kalanlar ise, vezir-î âzamdan en uzak yerdeki insana kadar, tek bir statü içinde, kulluk statüsü içinde yer almışlardır.” Ve gene Tanpınar’ın ileri sürdüğü gibi efendi/köle ilişkisinin bu yoğunlukta biçimlendiği Şark’ta, “Kölelik ya da kulluk yalnızca bir konum, bir durum olmakla kalmamış; ikbale giden yolun da başlangıcı olmuştur.” (Cogito. Sayfa 190)
Efendi/köle ilişkisi; Tanpınar’ın tespitiyle ikbale giden yolun başlangıcı…
Marx’ın vurguladığı gibi sistem giderek rasyonelleşmiştir. Sistemin hem üreteci güç olarak hem de tüketici olarak istihdam ettiği insan ise irrasyonelleşmektedir. İnsanın insana yaptığı akla mantığa uygun değildir. Dahası “eblehleştirilmektedir”. Sistem karşısında güçsüzleştirilen, hayattaki olguları bir sürecin bütünlüğü içinde idrak etmekten alıkonulan insan; bilgilenme, bellek oluşturma, gerçeğin aslını irdeleme ve kavrayabilme yetilerini yitirmiştir. İnsanın eblehleşmesi gerçekler karşısındagüçsüzleştirilmesi, zihinsel gerilemesi ve geriletilmesi insanların diğer insanlar karşısında korku duymasına neden olmaktadır. Yeni sistem, insanları korkutarak yaşamaya mecbur bırakma halleridir ve bu nedenle kölelik hali meşrulaştırılmalıdır. Şiddet böylelikle yaşanan hayat tarzının dokusuna sindirilmeye çalışılmaktadır. Ve şiddet, egemen bireyin bağımlı bireye uyguladığı eski zamanların basit şiddeti değil; artık sistemin uyguladığı yeni bir şiddettir.
Şiddetin birbir türlü hali hayatımıza sindirilmeye çalışılmaktadır.
Asılsız ihbarlarla insanların hayatlarını karart… Tutuklansınlar, yargılansınlar, aleyhlerine tanıklık et… Efendilerinin koruması ve verdiği cesaretle herkesi korkutmaya çalış… Dokunulmazlığını ihbarlarınla güçlendir, düzene uygun kafa sahibi makbul vatandaş ol… Asılsız ihbarlarınla iftira attığın insanlar savcılığa şikayet dilekçesi verince geri çevrilsin ve yaptığın muhbirlik “vatandaşlık görevi” olsun, böylece ödüllendirilmiş ol… Şikayet edenleri bizzat cezalandır… İki şarjör mermiye bakar de, sonra herkesin gözü önünde insanları katlet…
Bir üniversitede öğretim üyelerini katleden fail eğer bir “öğretim üyesi” ise, böylesi bir katliamın mekânı üniversite olursa eğer; yaratılan bu sistemden ve yeni sistemin şiddetinden sorumlu olan gerçek failler kimlerdir? Efendi/köle ilişkisinde şiddeti meşrulaştıranlar kimlerdir?
Bu yüzden dört kişiyi katleden insanın “cezalandırdım” diyerek şiddeti bu denli meşrulaştırması ne “aklı başında olmamakla” ne de tek başına failin eblehleştirilmesiyle izah edilebilir. O nedenle katliamdan asıl kimlerin sorumlu olduğu sorgulanmalıdır. Hayata egemen şiddetten yana olanların yarattığı sistemin sorgulanması ve bu sorgulamanın kamuoyu vicdanı önünde yapılması şarttır, gereklidir. (Fİ/HK)
* Part İmparatorluğu ya da Arşaklılar, MÖ 247–MS 224 yılları arasında bugünkü Ermenistan ve Azerbaycan topraklarından başlayarak güneye doğru İran, Irak’ı ve Basra körfezi kıyılarını ve doğuya doğru Türkmenistan, Afganistan ve Pakistan’a kadar toprakları ele geçirmişti.