Gazetelerin üçüncü sayfalarını açtığımızda, genellikle, hukukçuların "adi suç" dedikleri haberlerin yer aldığını görürüz; cinayetler, tecavüz vakaları, yaralamalar...
Son zamanlarda ise kadına yönelik şiddet haberleri üçüncü sayfadan manşetlere taşınmış durumda. Dolayısıyla tabir uygun olursa gazetelerin ilgisine, üçüncü sayfa haberlerinden daha fazla mazhar olmakta. Geçen aazar birçok gazetenin manşetinde, sayfasında ve internet sitesinde yine benzer ama biraz farklı bir haber yer aldı bu konuda.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde (AÜHF) araştırma görevlisi olarak çalışan iki arkadaşımız (Cenk Yiğiter ve Hakan Mertcan) haber sayfalarına taşındı.
Haber aslında kadına yönelik şiddetin bir parçasından ibaret. Bu iddiamın nedenini çeşitli gazetelerin haberine bakarak anlamak mümkün.
"Asistana ne karışıyorsun dayağı", "karısını dövene müdahale edenlerin başına gelenler", "iki asistan yedikleri dayakla kaldı" başlıklardan da anlaşılacağı üzere, aslında arkadaşlarımın maruz kaldıkları şiddet, kadına yönelik şiddetin bir tezahürü ve başına gelenlerin kendi başına kötülüğünün dışında bu suçun faillerini de cesaretlendiren bir niteliğe sahip.
Kadına Yönelik Şiddet İstisna mı?
Modern devlet, bireyler arasındaki şiddeti onlardan çekip alan, diğer bir ifadeyle toplumda bireylerin birbirlerine yönelttikleri şiddeti tek elde toplayarak, yani toplumu edilginleştirerek bireysel şiddeti kontrol altına alan devlet şeklinde tarif edilebilir.
Batı kökenli bu devlet modeli, şiddeti tekelleştirip meşru olarak elinde bulundurarak sözüm ona bireysel şiddeti azaltmış ve bunu istisnai bir ihlale indirgemiştir.
Her ne kadar başarılı olduğu iddia edilse de, modern devlet iki halde bunu başaramamış görünüyor. Birisi, örgütlü suçlar, diğeri de aile içi şiddet.
Modern devlet modelinin bu edilginleştirme projesi elbette uygarlaşma süreciyle el ele kol kola yürüyor. Başka bir ifadeyle, bireysel şiddetin toplumda azaltılması, köşeye sıkıştırması, uygarlaşmanın bir göstergesi olarak sunuluyor.
Gerçekten işin aslı öyle mi? Sanırım evet demek çok doğru değil! Bu yüzden aklımıza şu soru geliyor: Mademki, modern devlet şiddeti toplumsal düzlemden çıkardı ya da onu modern öncesine oranla istisnai hale getirdi niçin aile içi şiddeti yok edemedi?
Bu soruya, "aile içi şiddet istisnai bir durumdur ve modern devlet genel olarak şiddeti bertaraf etmiştir" diyerek kaçamak bir cevap vermek, en azından benim merakımı tatmin etmiyor.
Bu yazıda, ne ilgim ne de yerim bu soruya cevap verecek durumda değil ne yazık ki! İlgimin odak noktası, modern devletin teorik olarak niçin bu şiddetle baş edemediğinden ziyade, onun kurumsal düzenekleri olan mahkemelerin, özellikle de bizim ülkemizde, aile içi şiddetin önemli bir boyutu olan kadına yönelik şiddete karşı tepki vermediklerinde düğümleniyor.
Mahkemeler Dur Diyecek mi?
Cenk ve Hakan, biraz özele girmekte zarar yok sanırım, İnsan Hakları alanında çalışan, sol kültürden gelmiş iki hukukçu akademisyen. Yani duyarlılıkları bir açıdan içinden geldikleri kültürden kaynaklanmaktayken, diğer açıdan mesleki bir yön de taşıyor.
Birçok kişinin kayıtsız kaldığı ve her gün bir yenisini görmekte olduğumuz-hatta artık kanıksadığımız- kadını bırakın manevi olarak yok etmekten artık fiziksel olarak da yok eden bir şiddet eğilimine müdahale ettikleri için, pozitif hukuk açısından da aklımızın alamadığı bir biçimde- infaz edilmeyecek olsa da, çünkü hükmün açıklanması geriye bırakıldı- hapis cezasıyla cezalandırıldılar.
Kafka'nın romanlarını aratmayan bu kararla; Cenk ve Hakan, karısını döven koca, kocanın yeğeni ve -Kafkaesk olan bu sanırım- şiddet görmüş ve hala görmesi muhtemel olan kadın; hep birlikte ceza aldılar.
Yüce Mahkeme herkese adil davranmak güdüsüyle hareket etmiş olacak ki, kimseyi gerçekten kayırmadı ve cümbür cemaat hukukun en keskin tarafını, cezalandırma yetkisini kullandı.
Eminim ki, Cenk ve Hakan, karısına şiddet uygulayan bu zatın ceza almasını sağladıkları ve bu olayın medyanın ilgisini çekmesine vesile oldukları için bireysel vicdanlarını açısından rahattırlar. Zaten rahat olmaları da gerekir. Zira onların yaptığını bu ülkede hiçbirimiz yapmıyoruz ve bundan sonra da yap(a)mayacağız muhtemelen.
Ama bizim yap(a)mamızdan öte, beni ilgilendiren Yüce mahkemelerin bu vakadan sonra alacakları tavır. Mahkemeler devletin asli organlarından birisi olan yargı organının somut görünümleridir. Daha açık söylenirse, (modern) devletin ta kendisi ve aile içi şiddeti yok edecek yüzüdürler.
Eğer Cenk ve Hakanın davasında olduğu gibi kararlar verecek olurlarsa, kadına yönelik şiddeti bu topraklardan yok etmemiz mümkün olmayacak ve suçun asıl faillerini daha bir cesaretlendirecek.
Elbette kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddet sırf mahkemeler vasıtasıyla çözülemez ama yine de unutmayalım ki hukuk bu konuda kullanabileceğimiz en önemli araçtır. Ve bu aracı, mahkemeler eliyle kullanmak durumundayız.
Cenk ve Hakan, bizlerin seyrettiği, görmezden geldiği şiddete, vicdanlarının sesini dinleyerek ve sorumluluk alarak dur demeye çalıştılar. Bu saiklerle; sokak ortasında ve herkesin gözleri önünde sergilenen şiddete müdahale ederlerken birkaç kırıktan daha fazlası da başlarına gelebilirdi; ama onlar korkmadılar.
Fakat ben korkuyorum; korkuyorum zira bu topraklarda iyi şeyler olmuyor. İçine sürüklendiğimiz şiddet ortamına bir de bu gibi davalar eklemleniyor.
Şiddetin diline mahkemeler de kayıtsız kalıyor. Zaten toplumun yargıya olan güveninin kaybolduğunu uzunca bir zamandır dillendiriyoruz. İşte bu davalar perçinliyor dillendirdiklerimizi.
Kişisel olarak ben artık mağdurların haklarını aramaktan korktukları, hatta mağdurların fail yapıldığı, güçlülerin koruduğu bir ülkede yaşamak istemiyorum.
Cenk ve Hakanın üçüncü bir kişiyi korumak amacıyla hukukun onlara tanıdığı olanağı kullanarak; bir kadına kocası tarafından uygulanan şiddeti önledikleri, bu yüzden darp edildikleri halde ceza almalarını içime sindiremiyorum.
Ancak yine de yıllardır bu cesur insanlarla aynı kürsüde çalıştığım için, gösterdikleri cesaret için, vicdan sahibi oldukları için onlarla gurur duyuyorum. Karamsar değilim bu sebeple.
İnanıyorum ki, bu ülke bir gün sevgili kadar masum olacak ve Şükrü Erbaş'ın şu dizelerindeki gibi hiçbir anne çocuğunu devletten sormayacak: "Sevgilim/ bir ülke senin gövden kadar masum olsaydı/ bir tek anne oğlunu devletten sormazdı."(AS/ÇT)