Pazartesi günü hep birlikte televizyonun karşısına kurulduk, elimize çayımızı alıp balkona çıktık, oturduğumuz pastanede pastamızı söyledik ve heyecanla, adeta "nefesimiz kesilerek" bir şiddet eylemini izledik.
Bir tarafta evini ağzına kadar patlayıcılarla doldurmuş bir yazar vardı; öbür tarafta onlarca polis... Yazar eline tabancıyı alıp sokağa ateş açtığında, o sırada tıpkı bizim gibi heyecanla bu olayları seyreden bir çocuğun ölümüne sebep oldu. Biz de o çocuğun ölümüne, bir yandan çaylarımızı yudumlarken, anı anına tanık olduk. Ardından polislerin, yazarın bedenine kırk kurşun sıkmasını seyrettik. Adeta bir aksiyon filmini seyreder gibi...
Şiddetin Estetik Büyüsü
Şiddetin estetize edildiği bir çağda yaşıyoruz. Üstelik sadece içinde yaşadığımız çağ değil, aynı zaman üzerinde yaşadığımız coğrafya da şiddete derin anlamlar yüklüyor.
Şarkılarımız aşk için ölmek, hatta öldürmek gerektiğini haykırıyor. Şiirlerimizde düşman olarak addettiklerimizin katledilmesinden övgüyle bahsediyoruz. Geleneklerimiz namusunu temizlemek için eline tabanca alıp öldürmek gerektiğini söylüyor; öldürmezsek namusumuz kirleniyor ve bir ömür bunun lekesiyle / utancıyla yaşıyoruz. Üstelik namus lekesi, kan lekesinden daha kirli / daha çıkmaz... Elin kanla bulanması unutulur. Ama bir ailenin namus lekesiyle kirlenmesi unutulmaz, o yüzden yasalarımız bile namusu için öldüreni haklı görür.
Rızası olmadan eline silah tutuşturup savaşa gönderdiklerimiz öldüğünde, bundan onur duyuyoruz. Özel törenler düzenleyip "O, vatanı için canını feda etti," diyoruz; sanki o ölen kendi isteğiyle / iradesiyle savaşmış gibi. Kimi zaman kendi irademizle ya da başkalarının kışkırtmasıyla elimize tüfek alıp dağlara çıkıyoruz. Ya da öyle bir noktaya geliyoruz ki, bedenimize bombaları bağlayıp şehrin göbeğinde intihar edebiliyoruz.
Bu coğrafyada şiddet, yaşamın bir parçası... Çünkü yaşamın "hakkını" verebilmek için ya da yaşamımızı "yaşanır" kılabilmek için, öldürmek gerektiğine inanıyoruz. Yaşama yüklediğimiz anlamın, başkalarına ve kendimize uyguladığımız şiddetten beslendiği gerçeği; yeri geliyor "namus", yeri geliyor "erkeklik", yeri geliyor "vatani görev" ya da yeri geliyor "hak mücadelesi" olarak karşımıza çıkıyor.
Şiddet bu yüzden herkes için "çekici", "onurlu" bir çözüm. Şiddetin sorun olarak algıladığımız şeyleri çözmekteki gücüne öylesine inanmış durumdayız ki, başka bir çözüm yolunun olabileceğini düşünmüyoruz bile. Düşünsek bile, şiddetin o estetik çekiciliği bizi öylesine büyülemiş durumda ki, başka bir sorun çözme ya da mücadele etme biçimi bize boşa kürek çekmek gibi geliyor.
Herkesin Bir Bahanesi Var
O yüzden her şiddet uygulayanın kendince "haklı" bir bahanesi var. Öğrencisini döven öğretmene, kızını öldüren anneye, savaşa giden komandoya, bombayı patlatan teröriste sorsanız, kim bilir neler anlatır. Kim bilir ne kadar "haklı" gerekçeleri vardır her birinin.
Peki, bir yazarın nasıl bir bahanesi / nasıl bir gerekçesi olabilir? Bir yazar kelimelerin gücünü nasıl unutabilir? Bir yazar nasıl elindeki kalemi bırakıp, eline bir tabancayı alabilir? Nasıl parmaklarındaki mürekkebin lekesini, kanla kirletebilir? Başkalarının canına kıyacak kadar, düşünmenin, konuşmanın, yazmanın dönüştürücü gücünü nasıl unutabilir?
Bu soruları şiddet uygulan bir babaya soramam, bir polise ya da bir askere de soramam. Ayrıca bir intihar bombacısına da soramam. Bu soruları ancak bir yazara sorabilirim. Düşünmenin aydınlatıcı gücünü unutup, şiddetin o karanlık büyüsüne kapılan bir yazardan ancak bunun hesabını sorabilirim.
Şiddetin Bir Parçası Olabilmek
Bu olayla ilgili yaşadığım şaşkınlığı / kızgınlığı bir arkadaşımla paylaştığımda, bu arkadaşım bana, "Ama bu işin içinde devlet var," dedi. Derin devletin işiydi bu. Derin devlet bu yazarın beynini yıkamış, onu kışkırtmıştı.
Benim için mesele burada başlıyordu zaten. Bu coğrafyada yaşayan insanların, devletti, namustu, haktı, mücadeleydi derken şiddete başvurabilmeleriydi bütün mesele. Bu topraklarda yaşanan bunca acılara rağmen şiddetin bir insana, onun bunun kışkırtmasıyla hâlâ çekici gelebilmesini; hâlâ bir çözüm olarak şiddete başvurabilmesini anlamıyordum zaten / anlamak istemiyordum.
Bir şiddet eyleminin ardında devletin ya da bir başka gücün olması bana tatmin edici bir yanıtmış gibi gelmiyor. Maraş Katliamı'ndan yıllar sonra, mahalledeki komşusunu korkunç bir şekilde öldüren; öldürmekle kalmayıp bedenini yakan, parçalayan insanlar da yıllar sonra çıkıp, "Kışkırtıldık," dediler. Bu mudur yani? Şiddeti uygulayabilmek hepi topu bir kışkırtmaya mı bakıyor?
Evet, maalesef bu coğrafyada yaşayanlar için durum bu. Bu coğrafyada şiddet "estetik" olduğu için, şiddet uygulamak da etkili bir çözüm yolu olarak görüldüğü için, dünden hazırız gidip komşumuzu boğazlamaya.
Hastalıklı Bir Toplum
Şiddet uygulamak konusunda o kadar hevesliyiz ki, şiddet eylemine girişmekteki "ulvi" amaçlarımız, hepi topu bir bahaneye dönüşüyor. Zaten şiddetin bahanesi olmaz / olmamalı. Çünkü şiddetin başladığı yerde söz biter, silahlar konuşur. O yüzden şiddet uygulayan kişinin ya da grubun aslında söyleyecek hiçbir şeyi yoktur / olmamalıdır. Eğer bir bahanesi, bir sözü varsa bile, konuşmak yerine şiddet uygulamayı tercih ettiği için kimse onu dinleyemez.
İşte bir yazarın öyle ya da böyle bir toplumdaki şiddet çığırtkanlığına kapılıp, konuşmayı / yazmayı bırakması; bırakıp ateş açması gerçekten üzücü... Bir yazar şiddet söylemine kapılıp, bir şiddet eyleminin parçası olmamalı. Herkes şiddetin bir parçası olabilir. Herkes birbirini boğazlayabilir, ama zamanında eli kalem tutmuş biri, şiddet söylemine kanıp böyle eyleme girişmemeli.
Ama pazartesi günü gördüğümüz gibi, bir yazar da şiddetin bir parçası olabiliyor bu toplumda. Sanırım bu coğrafyada bu da doğal. Üzerinde yaşadığımız coğrafyadaki ve içinde yaşadığımız çağdaki şiddet söylemi bizi öylesine hastalıklı hale getirmiş ki, herkes şiddet uygulamak için dünden hazır.
Şiddeti, şarkılarınızla, şiirlerinizle, destanlarınızla, dizilerinizle yüceltirseniz; öldürenleriniz kahraman, namuslu, onurlu, yiğit olursa; öldürürken ölenleriniz de şehit olursa; öyle bir an gelir ki bir yazar da eline bombayı, tüfeği alıp kahraman olmak ister. Öyle bir an gelir ki, o kahraman olmak isterken bir çocuk ölebilir. Öyle bir an gelir ki, bu çocuğun ölümünü çayınızı içerek seyredecek kadar şiddeti kanıksamış olursunuz. Öyle bir an gelir ki, kardeşlik adına, barış adına insan öldürecek kadar hastalıklı / trajik olursunuz.(YB/BÇ)