Ev cinayet mahallidir hayatın. Nice nice kişilikleri parçalamış, nicesinin kanını akıtmış bir katil. İntiharına tanıklık ettiği her kadının gizli ecelidir çoğu zaman ve katil ettiği her kadının açıkça sahibi. Ev doğumhanesidir hayatın, öldürdüğü denli yaşam çıkarabilen içinden. Kaybettiği kadar insan bahşeden bir yalnızlık mekânıdır çoğu zaman.
Kadınların, içine hapsoldukları, içlerinin her ezilişinde mutfağına sığındıkları ev, onların hem öldürüldüğü hem de öldürdüğü yer oluverir. Her iki hâlde de, mahvolan, bölünen, parçalanan ve binlerce kez çarpılan kadın olur.
Hem maktul hem katil edildiğimiz kadınlığımıza doğru soru soran, bunun en acılı en sancılı yükünü çeken kadınların hikâyelerini, gömüldüğü yerden çıkarmaya uğraşan bir kitap İletişim Yayınları’ndan çıktı. Sibel Hürtaş’ın yazdığı “Canına Tak Eden Kadınlar – Kocalarını Neden Öldürdüler?” kitabı, anaakım medyada “katil – canavar – eli kanlı” olarak gösterilen kadınların, gerçekte kim olduğunu, ne yaşadığını, ne hissettiğini, neden sustuğunu, o evde olanları anlatıyor. Failin de maktulün de kadın olduğu cinayetlere, kadının gözlüğünden bakmanın, başından hükmedilmiş katil ve mağdur sıfatlarını yerle yeksan edeceği haberini veriyor.
Sibel Hürtaş, kocalarını öldüren kadınların hikâyelerini yazarken, neden öldürdüklerini değil, neden sustuklarını sormak için kadınlarla görüştüklerini yazıyor. Sahiden de, onları “öldüren kadınlar” olarak değil, hayatları erkek eliyle ellerinden alınmış, öldürdükleri adamlarla beraber, bininci ölümü tekrar yaşamış, mahkeme salonunda erkek yargı elinde bir kere daha parçalanmış kadınlar olarak anlatıyor Hürtaş. Yargının da hukuk eliyle bahşedilmiş bürokratik adaletin de elbirliği ile erkekten yana olduğu ve her yerin cinayet mahalli olduğu yerde, kadınlar, hayatları boyunca ilk defa tek başlarına gerçekleştirdikleri bir eylemin sonucuna katlanıyorlar. Onlardan geriye sadece, çok yıllarla ifade edilen hapislik kalıyor.
Kadınların suçlarından ziyade, hayatlarına ışık tutan bir kitap Canına Tak Eden Kadınlar. Hangi işkencelerden geçtiğini mahkeme önünde anlatmaktan utanan, yaşadığı cinsel şiddeti duruşmayı izleyen çocukları öğrenmesin diye saklayan, bu yüzden hiçbir hafifletici sebebi görünmeyen kadınların, erkeklerden kurtulmak için girdikleri cezaevindeki umutlarını, hayatlarını, düşlerini, birbirleriyle kurdukları ilişkileri, geçmişlerine bakışlarını anlatıyor. Erkek şiddetinden canına tak eden kadınların, başka erkekler için cezaevlerinin çalışma prensibi gereği zorunlu olarak diktiği üniformalardan bahsediliyor.
Öldürmeselerdi muhtemelen öldürülecek olan, ölmemek için canının tak ettiği yerde, eline duvardaki silahı, mutfaktaki ekmek bıçağını alan kadınlara söz veriliyor bu sefer. Bu sefer, “sudan sebeplerle”, bir bir kadınları öldüren erkeklerin, yüzsüzlükle mahkeme salonunda söylediği yalanlar, hafifletici sebeplerden yararlanmak için öldürdüğü kadını bir kez daha suçlu ilan ederken eril adaletle arasındaki o yazısız anlaşma değil gördüğümüz.
Birbiriyle aynı kaderi yaşayan kadınların, birbiriyle kızkardeş edildiği öyküler kuruluyor Canına Tak Eden Kadınlar’da.
Bütün kadınlar bir oluyor onların hikâyelerinde, içine girdikleri ve içinden çıktıkları ev, tuttukları silah, ekmek bıçağını kapıverişlerindeki hınç ve hışım aynı. Aynı zamanlarda, birbirinin tıpatıp aynı evlerde yaşamlarının lime lime edilişi önündeki çiti atlayan kadınlar hepsi. Dünyanın sınırı sandıkları yeri, canlarının tak dediği yerde atlayıveriyorlar.
Ya ölü ya deli
Isparta’da 26 yaşındayken, kendisine iki yıl boyunca tecavüz eden ve fotoğraflarını yayacağı tehdidinde bulunan adamı av tüfeğiyle vuran Nevin’in savunması düşüyor aklıma: “Yaşadığım hiçbir şeyi gönüllü yaşamadım” diyordu Nevin sözlerinin bir yerinde. Savunması içinde öylesine edilmiş, önemsiz ve hukuken hiçbir değeri olmayan bu cümle, bütün kadınların dillerinin ucuna getirip de söyleyemediği oluveriyor. Bir özsavunma olarak, öldürülmemek için öldüren kadınlar, susarak gömüldükleri canlı ölümlerinde, bu sefer söyleyerek ve eyleyerek hapsolmayı göze alıyorlar.
Katilin kadın olduğu cinayet davaları ile erkek olduğu davalar arasındaki fark düşüveriyor akla. Birinde, yaşadığı hiçbir şeyi gönüllü yaşamayan kadınların, nihayetinde öldürüleceklerini anladıkları noktada ellerine aldıkları silah, onları hemen cani ediyor. Diğerinde, zaten öldürülmüş kadın, bir kez daha mahkeme salonunda erkeğin beyanlarıyla parça parça ediliyor, bir kez daha suçlu oluveriyor.
Öldürülse de ölse de yargılanan hep kadın oluyor, sanık sandalyesinde hep kadın oturuyor. Bir savaş olarak yaşanan kadın cinayetlerinde, erkekler “şiddetli elem” nedeniyle aklanıyor, kadınlar ise her hâlde ağırlaştırılmış müebbetle yargılanıyor.
Canına Tak Eden Kadınlar’da, Demet’in, kızına söylediği cümle ne de güzel özetliyor bundan sonra yapılması gerekeni:
“Sen mücadele et.
Ben mücadele ettim.
Belki iyi bir anne olamadım ama sizi doyurmak için gece gündüz çalıştım.
Belki o adamı başınıza ben musallat ettim ama musallat ettiğim gibi de gerisin geri göndermeyi bildim.
Mücadele etmeseydim
O zaman ya ölüydüm,
Ya da deli, bu hayatta.” (IK/AS)
* Sibel Hürtaş, Canına Tak Eden Kadınlar, editör: Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2014.
* Konuya ilişkin: Hasbiye Günaçtı, “Yaşadığım hiçbir şeyi gönüllü yaşamadım”, Feminist Politika Dergi, Güz 2013, sayı 20, s. 18-19.
* Yazının başlığı mor masa ritüeli'nin sloganından alıntılanmıştır.
http://www.mormasaritueli.com/