Silah kullanımının tahmin edilemeyen bir şekilde arttığı, savaş harcamaları ve çığırtkanlığının kontrol edilemez oranda yükseldiği bir dönemde birkaç gün arayla önce Bireysel Silahsızlanma günü ve hemen ardından da Dünya Şiddetsizlik Günü gündeme geliyor. Ve fakat, bu günlerin dışında kalan günlerde de maddi ve psikolojik organize şiddet uygulamayı hiç durmadan devam ettiren devlet üstüne düşünmenin de gerekli olduğu ortada.
"Türk'ün Süsü Silahtır"dan "Devletten 10 Taksitle Silah Kampanyası"na
"Turgut Özal başbakan olup hükümeti kurduktan bir süre sonra tabanca meselesi ortaya çıktı. 'Vatandaşlar çok müracaat ediyor. Kırıkkale'deki askeri fabrikada imal edilen tabancalardan verelim, Hazine'ye para kazandıralım' dedi. Belki haklıydı ama kendisini ikaz ettim: 'Yeniden Türkiye'yi silahlandırırız, bunu yapmayalım' dedim. Olmadı, artık herkesin elinde tabanca var. Toplamakta yarar var gibi geliyor bana."
Bu sözler, 12 Eylül döneminde çıkardığı kanunla vatandaşlardaki silahları topladığını hatırlatan Kenan Evren tarafından 2005 yılında sarf edilmişti. Trajikomik bu açıklamanın arka planı ise, her dönem değişen bireysel silahlandırma politikasında yatmaktaydı.
Türkiye'deki silah ruhsatları 1950'li yıllarda tasarlandığı şekliyle toplumun seçilmiş sınıfları, kaymakam, vali, belediye başkanları, devlet görevlilieri vb. saygın ve seçkin devlet erkanlarına verilecekti. Ruhsatlı silah sahipleri, toplumun devlet sathında devletle iktidarı paylaşan kesimleri idi. Dönemin bakanının ifadesine göre "Silah Türk'ün süsü" olarak görülmeliydi.
1980'lere geldikçe süreç kendisini "el altından silahlandırma" politikasına bıraktı. Kenan Evren bir yandan silahları toplatırken, diğer yandan 80 öncesi devrimci avlamak için silahlandırdığı faşist ve paramiliter güçleri mafyalaştırdı. Toplum, ruhsatsız silahlarla "kaybedilenleri" hafızasından asla silmedi.
2005 yılında bireysel silahlanmaya karşı olduğunu belirten Kenan Evren, Turgut Özal'a "bireysel silahsızlanma" dersi veredursun, 2008 yılında devlet, kredi kartına 10 taksitle silah kampanyasına başladı. Kampanyanın gerekçesi ise basitti: Makine ve Kimya Endüstrisi Kurumu, Kırıkkale'de üretimini yaptığı 12 ayrı cins ve özellikteki silahın stoklarının eritilmesi gerektiğini söylüyordu. Devlet yine "iş başındaydı."
Toplumsal şiddeti münferitleştirmek: "Maganda kurşunu"
Umut Vakfı'nın verilerine göre bugün Türkiye'de 2.5 milyon ruhsatlı ve 7.5 milyonu da aştığı düşünülen ruhsatsız silah var. Bir yılda 4 bine yakın kişi silahla ölürken, 10 bin kişi de yaralanıyor. Bunların yaklaşık 700'ü ise "maganda kurşunuyla" ölüyor.
Toplumsal krizlerin, yoksulluğun ve savaşların tetikçisi şirketlerin ürettiği, devletlerin bu silahları satın alıp tescil ederek kamuya sunduğu silahların, sadece "magadandaların" tetiğinde görünür kılınması, oldukça sık görülen bir yanılsama. Doğduğu günden itibaren "at-avrat-silah" erkek egemen algısıyla beslenen, "racon" ve şiddet kültürüyle büyütülen, okula başladığında "Atatürk ve silah arkadaşları" kutsalıyla yoğrulan ve devamında diziler, televizyon ve türlü propaganda araçlarıyla daha da erkekleştirilerek bir şiddet timsali haline getirilmiş bir kimsenin tetiğinden çıkan kurşun, artık yalnızca onun olamaz.
Yine de toplum, cinayet sonrasında ortaya çıkan vakaları zorunlu bir sonuç olarak değil de münferit vakalar olarak görmek ister. "Maganda kurşunu" söylemi ise, aslında faili belli olan ölümleri münferitleştirmenin en kolay yoludur. Öyle ki maganda, sadece suçüstü yakalanan ya da yakalanmasına izin verilendir.
İktidarın örtbas etme sözlüğünün en nadide maddelerinden biri olan "münferit vaka", aynı nedenle kamuoyunun inanç sözlüğünün de değerli bir parçasıdır. Elbette bu kadar çok münferit vakanın yaşandığı bir toplumda ortaya çıkan verilerin sosyolojik, tarihsel ve toplumsal bir tanım değeri taşıması gerekirken, sorunlar hasır altı edilir. Çünkü bir sorunu tanımlama, bu sorunlar doğrultusunda değişim ve çözüm önerileri sunma, belirli bir sorumluluk ve öngörü gerektirir.
Silah Polisin Enstrümanıdır
Geçtiğimiz günlerde Recep Tayyip Erdoğan'ın yaptığı bir konuşmada savaşın ve şiddetin estetik bir şekilde vurgulandığı sanatsal bir demecine şahit olduk. "Askerin de polisin de enstrümanı silahtır. Onunla askerdir, onunla polistir. Kim için? İnsanların huzuru için."
Baran Tursun Vakfı'nın verilerine göre AKP'nin 2007 yılında Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu'nda değişikliğe giderek polisin ateş etme yetkisini genişletmesinin ardından -yani beş yıl içerisinde- 120 kişi, polis silahıyla hayatını kaybetti. Elbette bu sayı karakolda işkenceyle, eylem esnasında müdahale edilerek veya kaybedilerek, sokakta darp edilerek öldürülen insanları içine aldığında binlere varıyor. Üstelik "maganda vakalarının" vazife başında olmayan polisler tarafından da yüksek oranlarda gerçekleştirildiğini düşündüğümüzde, meseleyi yalnızca bireysel silahlanma ile açıklamanın yetersizliği açıkça görülüyor. Böylesi bir tabloda bir sıfat olarak "maganda" ise kolaycılıktan öteye gitmiyor.
Bugün ahlakın en üstün mertebesini temsil eden ve huzur bekçiliği yapma vaadiyle meşru şiddet kullanma hakkına sahip "üst düzey" polislerin, 14 yaşındaki bir çocuğa tecavüz ettiği, ardından tutuksuz yargılanarak kaçmalarının "adil yargı" tarafından sağlandığı bir sistem içerisinde adalet, huzur ve ahlak kavramının çürümüşlüğünü tartışmaya dahi lüzum kalmamış demektir.
"Maganda polis ve üst düzey yetkililerin" kol gezdiği bir toplumda, belki de asıl sorun, elinde silah olanı "maganda", polisi "görev başında" yapan sistemin karşısında ezilmeden durabilmek ve onu yıkabilmek için gerçekçi bir çözüm üstüne düşünmek olacaktır.
Devlet: Maddi ve Psikolojik Organize Şiddet
Aslında şöyle demek gerekir, şiddet yalnızca topla, tankla, tüfek veya silahla değil, toplumun her alanında zorbaca organize olarak karşımıza çıkar. Yolda yürürken tacize uğrayan kadının yaşadığı şiddet, patronu tarafından saatlerce çalıştırılarak hayatı sömürülen bir işçinin yaşadığı şiddet, hastaneye gidip rüşvet veremediği için tedavi olamayanın yaşadığı şiddet, çalışmaktan sakat kalanın yaşadığı şiddet, kapitalizmin "güzelliğinin" yarattığı şiddet, fikrini ifade edenlere uygulanan şiddet, tokat yiyen, hor görülen, tecavüze uğrayan, varoluşu yok sayılan her insanın yaşadığı şiddet, bugün yalnızca silahlarla değil, toplumsal ilişki biçimleri olarak da karşımıza çıkar.
Şiddet, maddi ve manevi zorlama tekelini iktidarların elinde tuttuğu bir ilişki biçimidir. Devlet, ancak bu maddi ve manevi şiddeti sürekli uygulayarak, ya da uygulama tekelini elinde tutarak kendini var edebilir. Kötü çalışma koşullarında çalışan insanları işsizlikle, adalet isteyeni hapishane koşullarıyla, toplumu açlık ve ötekileştirmeyle terbiye eder.
Şiddet ne değildir? Hayatı boyunca okul, polis, devlet ve kapitalizm tarafından ezilen ve sömürülen insanın bütün bu iktidarlara isyan etmesi değildir. Sistemin bir insanı kendisine hizmet etmeye mecbur kılmak amacı ile şiddet kullanmakta ısrar etmesine karşı, insanın türlü araçlarla bu sömürüye karşı kendini savunması değildir. Sistem hiç durmadan şiddet uygularken, buna karşı sürekli savunma meşruiyetine sahip toplumun ayaklanması değildir.
Elbette devlet, düşman bellediklerine karşı "fiziksel şiddet" uygulama noktasında meşru hakka sahip tek el olarak, bu şiddet tekelini dağıtırken kendi müridlerini de özenle seçer. İşine geldiğinde bu bir polis, işine geldiğinde bir korucu, işine geldiğinde ise kendi sivil yapılanmalarıyla meşru maddi şiddetini taşeronlarına dağıtan devlet, bu durumu olabilen en yüksek oranda organize tutmak ister. Ve aslında bu yüzden devlet; maddi ve manevi en organize şiddetin biçimlendirdiği yapılanmanın kendisidir. Kamusal ve siyasal alanda tarihsel gelişimiyle birlikte değerlendirildiğinde, "şiddet ve şiddetsizlik" kavramlarının "ak ile kara" gibi basit bir denklemde çözülemeyeceğini bilerek, devletin maniple ettiği halinin dışında bir söylemi üretmek gerekir.
28 Eylül-2 Ekim arasında gündemimize yılda bir giren bu "silahsızlanma ve şiddet durumu", bireylerin sorumsuzluk ve eğitimsizliği üzerinden ne kadar çok yükseltilirse yükseltilsin, şirketlerin ve devletlerin toplumu silahlandırmadaki rolü görmezden gelinemez.
Savaşı ve silahı kar alanı olarak gören şirketleri; "şehit" söylemiyle, zorunlu askerlik sistemiyle, silah ve savaş merkezli bir organizasyon olan devletleri eleştirmeden soyunulan her silahlanma karşıtı girişim, bu organize şiddeti gizlemeye yüz tutmuş, iktidarların yönlendirmesine açık girişimlerdir. Daha tutarlı bir şiddet ve silahlanma karşıtı harekete düşen, ezilenlere uygulanan organize şiddete karşı, dünyanın her yerinde mücadele etmektir. (MSS/AS)
* Mine Selin Sayarı, Meydan gazetesi yazarı, vicdani retçi.