Çeviri: Özde Çakmak, Fotoğraf: Olof Grind
"Ve herkes bir fail olabilir" diyor Arazo Arif çünkü şiddet, toplumun eksiklerinin, hiyerarşilerinin ve teslimiyetinin sonucu olarak hayatımızın her alanına sirayet etmiş durumda.
1991'de İran’da doğan ve daha iki yaşındayken annesi ve babası İsveç’e siyasi sığınmacı olarak yerleşen Arazo….
Bu gencecik yaşında önde gelen İsveçli genç şairlerden biri sayılıyor. İsveç ulusal şiir antolojisinde yerini çoktan aldı bile. Psikoloji, sosyoloji ve siyaset bilimi alanında eğitim gördü, Valand Academy’de edebiyat tasarımı alanında yüksek lisans yaptı. Irkçılık ve sürgün deneyimlerinin çağdaş İsveç kurgusunu nasıl şekillendirdiğini araştıran dersler verdi. Klas de Vylders Akademi Fonu’ndan edebiyat fonu alan üç yazar arasında yer aldı.
2020’de yayımlanan Mörkret Inuti och Fukten (İçerideki karanlık ve rutubet) adlı şiir kitabı İsveç’te ilk kitap için verilen en büyük edebiyat ödülüne aday gösterildi.
Çok ses getiren bu şiir kitabı bedenin ve içerisinde yaşadığımız şiddetle hem mümkün hem de imkânsız hale gelen ilişkilerin derinliklerine inen ilk şiirlerinden oluşan bir derleme. "Aşk, seks ve şiddet aynı şeyin parçasıysa eğer, birbirimizi nasıl sevebiliriz?" diye soruyor Arazo. Batılı estetik ve sanat anlayışına karşı çıkıyor ve sanatlar içerisindeki “ötekileştirme” hakkında konuşmak istiyor.
"Looney Talks"
Onunla Stockholm’deki çok havalı bir stüdyoda buluştum, sinir bozuklukları ile yaratıcılık arasındaki bağlantıyı anlamak için akıl sağlığına estetik bir yaklaşımdan baktığı “Looney Talks” adlı podcast’ini bitirmesini bekledim.
Bütün günü birlikte geçirdik, saatlerce konuştuk, dondurucu İsveç havasında üzerimiz karla kaplanıncaya kadar parklarda yürüdük, çocuk arabaları süren anneleri seyrettik, her ikimiz de çekirdek aile dayatmadığı takdirde çocuk sahibi olmanın harikulade olacağını düşünüp durduk.
Şiir kitabının taslağını okuyan potansiyel yayıncılar temalardan, ilişkilerden, cinsellikten ve şiddetten rahatsız oldular. Aklında her zaman Albert Bonniers yayınevi olduğu için – doğrusunu söylemek gerekirse, İsveç’teki en prestijli yayınevidir – bunu pek de umursamadı. Bir gün Albert Bonniers kitabımı yayımlamayı kabul ederse, bu iyi bir yazar olduğum anlamına gelir, diye düşünüyordu. Ve bunu başardı. Ne var ki Arazo şimdi kitabını eleştirenlerle uğraşıyor.
Öncelikle kitap son derece provokatif bulundu, yalnızca ikinci-kuşak göçmen bir kadın şair tarafından yazıldığından değil, İsveç toplumu için bile son derece müstehcen sayıldı. Ona bunun nedenini sorduğumda, şunları söyledi: “Aslında seksi anlatırken lafını esirgemediği için. Bu İsveç edebiyatında, İsveç şiirlerinde çok nadir görülür. Hatta yayıncım cinsellik hakkında yazılan hiç İsveç şiiri okumadığını söyledi.”
“Eleştirmenler kitabımı annesi ve babası mülteci, Kürt bir kadın olarak hayatımın bir yansıması olarak görüyorlar,” diyor Arazo ve devam ediyor: “Travmayla doğduğum ve büyüdüğüm doğru, annem ve babam mülteciydi, annem mülteciyken hamile kalmıştı.
Annem ve babam mülteciydi, annem bana mülteciyken hamile kalmıştı. Beni İran’ın Nagada şehrinde doğurdu. Travmalarım yalnızca mülteci aile geçmişime bağlanamaz.”
Arazo daha ergenlik döneminden beri travmalarımızın olduğunu söylüyor; bir kadın, bir yetişkin olarak travmaları mızvar; erkek arkadaşlarının istismarına uğramışızdır, öğretmenlerimız tarafından gözardı edilmiş, şiddet hayatımızın her köşesine sirayet etmiş, aslına bakacak erkek olsun kadın olsun şiddet herkesin hayatında önemli bir yer kaplıyor.
En çok veryansında bulunduğu kısım ise statik kategorileştirilmelerden bir türlü sıyrılamaması. Kitabının beğenilmesine gölge düşürecek türden kalıplaşmış yargılar Arazo’yu bir hayli düşündürtüp şunları söylüyor:
“İlk bölümde duygusal ve fiziksel istismarı okuduğunuz bir aile bağlamı veriliyor. Müslüman bir bağlama da sahip; seccadede dua eden bir anne figürü var. Tanrı’nın olduğunu ve onun kadınlardan nefret eden bir erkek olduğunu söyleyen bir cümle var. O cümleyi ve seccadeyi birlikte aldılar ve İslam’a bağladılar. Ben onun üzerinde çalışırken bile, İslamofobi ve ırksal eğilimler açısından sorun yaratabileceğini düşündüm.
Ama bu gerçek anlamda kullanılmamıştı, metaforikti. Tanrı hakkında bile değildi, insanların Tanrı’yı nasıl kullandıkları, Tanrı’nın kadınları bastırmak için nasıl bir figür olarak kullanıldığı hakkındaydı, ille de İslam dinine gönderme yapılması gerekmiyor. Avrupa’da son derece patriyarkal ve baskıcı yapılara sahip bir Hristiyan mezhepçiliği de var, yani bu Tanrı’nın kadınlara baskı uygulama aracı olarak kullanıldığı tektanrılı dinlere bir göndermeydi.
Bunun algılanışı Avrupa’nın İslam karşıtı statüsüyle yakından ilişkili. Eleştirilerin çoğunda etnik geçmişime ve Avrupa’daki göçmen statüme dayanarak kitaptan bağımsız sonuçlara varıldı. Kitabım göçmenlik hakkında değil. Din hakkında değil. Kimlik hakkında değil. Diyaspora ya da İslam hakkında değil”.
Avrupa-merkezli ve hegemonik estetiğin ötesinde itaatsizlik
Bir Zapatista hikayesinde “acımasız, gözünü kan bürümüş ve güçlü” bir aslanın silah kullanmadan nasıl öldürülebileceği anlatılır; silah yerine ayna kullanılır, yerli imgeyi yansıtmak için değil, aslanın gücünü saptırarak kendine çevirmek için. Arazo şiirlerini kullanarak toplumu yansıtmak suretiyle tam da buna teşebbüs ediyor. Bu kadar dobra olması yüzünden sansasyon yaratmakla suçlanıyor. Bugünlerde dobra olmanın provokatif olmakla bir tutulduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Aslına bakılırsa, sansüre başvurmuyor ve ehlileştirilmiş estetik algıdan kopuk ham bir dil kullanıyor. Belgesel materyalle bunu yaparken, nerdeyse 200 yıl önce Kantçı yaklaşımla yapılandırılan estetik güzellik ve sanat anlayışının Batı sistemine uymuyor. Estetiğin medeniyet kavramıyla bağdaştırıldığı ve buna göre medeni olanların – en basit tabirle, Avrupalılar ya da Batı dünyası diyelim – kusursuzluk kapasitesine sahip oldukları, yerlilerin ya da günümüzde göçmenlerin kusursuzluk kapasitesine ve zevkine sahip olmadıkları bu Kantçı güzellik kavramının yerinden sarsılması, kolonyal devamlılık ve patriyarkal tahakkümün ifşa edilmesi ve katman katman yapısöküme uğratılması gerekiyor.
Zira çok uzun süredir Kant, Hegel gibi beyaz adamların yanı sıra müze yöneticileri, yayıncılar, anaakım medya patronları da estetik kavramını kendi amaçları doğrultusunda araçsallaştırarak sistematik olarak kadınlar ve beyaz olmayan sanatçılar dahil belli kişileri dışladılar.
Avrupa-merkezli estetik kavramı her şeyden çok güzel ve yüce (sublime) olanı anlamaya, takdir etmeye ve kimin bu türden bir anlayışa henüz erişemeyeceğini belirlemeye hizmet ediyor.
Bu anlamda, yerleşik “estetik”e erişemeyecek olanlardan biri olduğu düşünülürse, bu tür özcü teoriler Arazo’yu “tekinsiz yabancılar” kategorisine sokuyor. Freud’un bilinmediği ve tanıdık olmadığı için korkutucu olan “tekinsiz” hakkındaki fikirleri ile Simmel’ın dışlanmış olan ve ulusal ve anaakımdan uzak kalan “yabancı” hakkındaki görüşlerinden türeyen bu kavram Arazo’nun şiirlerindeki cinsellik, şiddet ve topluma yaklaşımı da eleştirmenlerin ve Batı toplumunun geri kalanının aşina olduğu bilgiler ile “estetik” hakkındaki bakış açısının ötesinde olduğu için örtüşüyor.
Latin Amerikalı filozof Mignolo ve meslektaşı Rolando Vazquez bu yüzden bu özcü kolonyalist “estetik”e yönelik estetik itaatsizlik çağrısı yaparlar. İlk adım, “estetik” terimi halihazırda sömürgecilikle içiçe olduğu için estetik (aesthetic) teriminin “aestheSis”e dönüştürülmesidir. “AestheSis” bu yeni düşünme biçimini yerleşik sanat ve kültür sektörü içerisinde kolonyal erk matrisinin eleştirisine gönderme yapan bir müdahale olarak görür. “AestheSis” bağlamında, Arazo estetiğin hegemonik kanonunu da sorguluyor ve sanatın değerlendirildiği ve sınıflandırıldığı normatifliği yapısöküme uğratıyor.
Märta Eleonora Tikkanen değil de neden Athena Farrookhzad?
“Güzellik” ya da “temsil” gibi Batılı estetik kategorilerinin neden sanata ve sanatın değerine dair tüm tartışmaları tahakkümü altına aldığını ve bu kategorilerin kendimiz ve başkaları hakkında düşünme biçimimizi – beyaz ya da siyah, yüksek ya da alçak, güçlü ya da zayıf, iyi ya da kötü – nasıl düzenlediğini sorguluyor. Kendisini başka şekilde sorgulayan Avrupalı gazetecilere ilişkin de şunları söylüyor:
“Bir gazeteci bana kitabımın namus hakkında olup olmadığını sordu, bunu Kürt bir kadın olduğum için mi yoksa adım sizinkinden farklı olduğu için mi soruyorsunuz? Diye sordum, sesini çıkaramadı. Yine başka bir gazeteci, “Kitabı okuduğumda, göç ve göçmen aileler aklıma geldi” dedi ve beni Avrupa’da tanınmış diğer üç Orta Doğulu şairle kıyaslayarak İsveçli-İranlı Athena Farrookhzad, İsveçli-Türk Burcu Şahin ve Danimarkalı-Filistinli Yahya Hassan’dan bahsetti.
Öncelikle, bu şairlerin hepsi birbirinden farklı. Aralarındaki tek ortak nokta hepsinin göçmen olması ve Avrupa’da yaşaması.
Hepimiz farklı konularda yazıyoruz ve edebi yaklaşımlarımız farklı. Evet, aile ve şiddet hakkında yazıyorum, Amerikalı şair Sylvia Plath de öyle. Peki dedim 1970’lerde kocası tarafından uğradığı istismarı şiirlerine yansıtan Finlandiyalı-İsveçli Märta Eleonora Tikkanen adlı şairden bahsettim ve onun şiirlerini biliyor musun diye sordum, evet dedi biliyorum. Peki dedim benim şiirlerimi okuyunca Märta’nın şiirleri geldi mi aklına, hayır dedi. Çok enteresan dedim, çünkü edebi yaratıcılık bakımında en çok ortak noktamın olduğu kadın şair odur’.
İllaki karşılaştırılarak anlamak isteniyorsa ‘Arazo neden Märta Eleonora Tikkanen ile karşılattırılmıyor?’ sorusu gayet meşru bir sorudur. Hatta sorunlu bir durumdur.
Arazo, yaratıcılık, tema ve estetik bakımdan ortak hiçbir noktasının olmadığı kişilerle karşılaştırılıp şiirlerinde ve çizdiği imajla ne anlatırsa anlatsın görülmek istendiği şekilde görüldüğüne şüphe yok. Cinselliği anlatıyorsa provokatör, aileyi ve istismarı anlatıyorsa Ortadoğu kökenli bir şairdir. Bu kadar basit ve tekdüze bir denklemin kurulduğu düzlemde halbuki Arazo şiirlerinde güzellik ve yücelik hisleri ile değil, üzüntü, infial, pişmanlıkların anlatımıyla geleceğin değişebileceği umudunu vermeye çabalıyor.
En basit tabiriyle, Arazo ‘öteki kadının’ hikayesini değil, ‘kadının’ hikayesini anlatıyor. Sevgilisi, kocası, babası, patronu, flörtü ya da sokaktaki herhangi bir adam tarafından duygusal ya da fiziksel şiddete, istismara uğrayan kadınlar, taşıdıkları kimliklere bulundukları coğrafyaya göre farklı mı hissediyorlar ki? E cevap hayırsa basit denklemlerinizi alıp bizi rahat bırakın lütfen.
(ÖBG/EMK)