Dünyada kadınlar görünür oldukça, ön plana çıkıp başarı kazandıkça, bunu hazmedemeyenlerin tepkileri, öfke ve nefretleri sanal ortamda rahatlıkla dışa vurulabiliyor. Aşağılanma hissi, güvensizlik, korku ve daha birçok sonuca yol açan bu siber zorbalık fiziksel dünyada kadınlara yönelik şiddetin iyice artmasına ve önüne geçilemeyen bir illet gibi yaygınlaşmasına sebep oluyor. Ne de olsa hukuken hazırlıksız yakalanmış devletler bir yana sosyal medyanın patronları bu hususta tedbir almakta şimdiye kadar pek bir ilerleme kaydetmiş değiller. Üstelik bu sanal ortam terörü yalnız sıradan vatandaşların hayatını karartmakla kalmıyor, İtalya’da Temsilciler Meclisi Başkanı Laura Boldrini, ABD’li siyasetçi ve aktivist Alexandria Octasio-Cortez veya gezegen çapındaki çevre eylemcisi Greta Thunberg gibi meşhur simaları hedef alıp cezasız kalabiliyor.
Yönetmenliğini Léa Clermont-dion ve Guylaine Maroist’in üstlendiği Ters etki: Dijital çağda kadın düşmanlığı (Je vous salue salope: La misogynie au temps du numérique/Backlash: Misogyny in the digital age) adlı belgesel meseleyi sakin bir tempoda, sansasyonel numaralara başvurmadan ve mümkün olduğunca geniş bir spektrum çerçevesinde ele alarak dikkatimize sunuyor. 2022 Kanada yapımı 80 dakikalık film, Almanya gibi bu hususta ilk adımları atmakta olan ülkelerin diğer devletlere misal oluşturma ihtimalini irdelerken, sanayi devriminden itibaren erkeklerin tekelindeymiş gibi görülen alanlarda muvaffak olmuş kadınları durduracak herhangi bir gücün olmadığını da layıkıyla hissettiriyor.
İçeriğine rağmen dingin belgesel
Her ne kadar filmin başında yazıyla yapılan uyarılarda, kadınlara yönelik şiddet görüntülerinin, hakaret, tehdit ve nefret ifadelerinin siber zorbalığa dair farkındalık yaratmak üzere kullanıldığı belirtilse de belgesel boyunca bu kararın kanırtılmadan uygulandığına şahit oluyoruz. Sanal zorbalığı ifa edenlerle röportaj yapmama kararı da gayet isabetli olmuş, çünkü onların gayesi kadınları susturmak; oysa belgeselde imzası olan iki kadın yönetmenin amacı kadınların seslerini inadına duyurmaları.
Sesini duyurmak hususunda, tüm engellere rağmen sıkıntı çekmeyen kadınlar arasında yer alan İtalya’nın Temsilciler Meclisi eski Başkanı Laura Boldrini ise belgeselin esas kahramanlarından. Bu nadide Akdeniz diyarında, bilhassa siyaset arenasında kadınların en üst mertebelere bir türlü neden ulaşamadığını bir tarafa bırakırsak, Boldrini’nin yalnız sıradan erkeklerin değil de, memleketin başına bela olmuş bazı politikacıların hayli seviyesiz sanal tacizine de uğradığını görüyoruz. Komedyenlik yapmakla yetinmiş olması gereken Beppe Grillo veya ülkedeki faşist damarın arızalı figürlerinden Matteo Salvini, Boldrini’ye olan tahammülsüzlüklerini fazlasıyla çirkin biçimlerde ifade ederlerken Pontinvrea kasabası belediye başkanı Matteo Camiciottoli sanal ortamda fütursuzca davranmanın faturasını adalet karşısında ödemek zorunda kalıyor.
Oysa ABD’li politikacı Kiah Morris beyazlığıyla gurur duyan Vermont’taki Bennington kentinde oturduğu, vandalizme tabi tutulmuş ve haneye tecavüz suçunun resmen işlendiği evinden Afrika kökenli ve bilhassa kadın olduğu için taşınmak zorunda kalıyor. Sapık takipçileri zil takıp oynarken Morris’in yeni adresini teşhis ederek tacizlerini sürdüreceklerini internet ortamından duyurma cesaretini de kendilerinde bulabiliyorlar.
Polis nerede?
Feminist kelimesine olan alerjileri her fırsatta anlaşılan ezik erkeklerin örselenmiş dünyasında “Kes sesini!”, “Mutfağa geri dön!”, “Pis fahişe!” gibi ifadeler komplekslerini dışa vursa da bu onlara yetmiyor, sapık bazı pratikler, tecavüz veya öldürme tehditleri havada uçuşuyor.
Kadınların fotoğraf, telefon veya ev adresi gibi özel kalması gereken verileri ele geçirilip sanal ortamda hoyratça teşhir ediliyor, manipülasyon malzemesi haline getiriliyor; böylece sahibinin öngördüğü amaçlardan çok daha farklı dinamiklerde art niyetli insanların hizmetine amade edilmiş oluyor.
Kadınlar çaresizce içine kapanıyor, özgüvenleri yerle bir oluyor, erkeklerin bu sonsuz nefreti intiharlara bile neden olabiliyor. Belgesel bize Jo Cox gibi politikacıların sanal ortamdaki şiddetin gündelik yaşama yansımasıyla cinayet kurbanı olduğunu da hatırlatıyor.
Polis şikâyetler karşısında pasif kalıyor, “Bir şey yapamayız!” deyip işin içinden sıyrılıyor.
Mark Zuckerberg’e Boldrini’nin yazdığı mektup sosyal medya ve patronlarının doyumsuzluğunu ispatlarcasına, asla tatmin edici olmayan bir cevapla geçiştiriliyor. Kadınlara sık sık söylenen “Sosyal medyadaki hesaplarınızı kapatın!”dan başka bir çare üretemeyenler, kadın sesinin susturulmasından ve kadının görünmez olmasından yana olanların ekmeğine yağ sürmekten öteye geçemiyor.
Tarihin belirli dönemlerinde olduğu gibi kadının tekrar yükselişe geçtiği günümüzde, ataerkil iktidarlarının sallandığını hisseden erkekler centilmenliği unutarak belden aşağıya vurmak suretiyle kadınları alt etmeye çabalıyor. Daha çok Batı dünyasından misallerle argümanını ortaya koyan dingin belgesel, şartların çok daha ağır olduğu, bilhassa cinselliğiyle kadını hedef haline getirmiş ahlaksızlarla çetin bir mücadelenin sürdüğü coğrafyalarda fazla medeni olarak algılanabilir. Ne de olsa internet ortamındaki şiddetin fiziki dünyaya kolayca yansıyıp ağır suçların cezasız kalmasından ve bunun adeta bir rejim politikası haline getirilmesinden bahsediyoruz.
Fakat görünen o ki kadınların dünya çapındaki uyanışları ile dayanışmalarının önünde duran bariyerler tek tek yıkılmakta ve mümkün olabildiğince parlak bir istikbal hepimizi beklemekte. (RL/AS)