Tüm dünyada takdir edilen yönetmen Wim Wenders dahil, birçok sinemacıyı Oleg Sentsov'a yönelik haksız mahkûmiyetin sona erdirilmesi gerektiğine dair beyanat verirken izliyoruz. Gezegenin önde gelen diktatörlerinden Putin'in işkence altında alınmış ifadeler sonucunda tutuklatıp hapsettirdiği Ukraynalı yönetmen Sentsov adeta günah keçisi muamelesi görüyor. Rusya sinemasının en saygın sinemacılarından Alexander Sokurov'un otoriter liderin yüzüne karşı yaptığı cengâverce savunma bile işe yaramıyor, çünkü iktidarın inandırıcılığını sürdürebilmesi için muhaliflere gözdağı verme ihtiyacı rutin haline gelmiş.
Birleşik Krallık'ta düzenlenen Sheffiled Doc/Fest'e ilgi gören yapımlardan The Trial - The State of Russia verus Oleg Sentsov (Dava - Rusya Devleti Oleg Sentsov'a Karşı) Kırım işgali sırasında "terörist saldırı" düzenleme suçlamasıyla süründürülmekte olan başarılı sinemacıya odaklanıyor.
Yönetmenliğini Askold Kurov'un üstlendiği belgeselle Rusya'daki rejimin itibarını yerle bir eden birçok yapıma bir yenisi eklenirken Sheffield Amnesty International (Uluslararası Af Örgütü) elemanları tabii ki boş durmadı. Avrupa ve dünyanın en önemli belgesel etkinliklerinden Sheffield Doc/Fest'te, filmin gösteriminin yapılacağı salonda hazır bulunanlara Free Oleg Sentsov (Oleg Sentsov'u Serbest Bırakın) döviz ve pankartları dağıtıldı, baskıcı rejimlere karşı tavır almamız gerektiği hatırlatıldı.
Aynı kurumun temsilcileri kısa bir süre sonra Taner Kılıç'ın tutuklamasına karşı da harekete geçmişti. Türkiye'de ifade hürriyetinin kısıtlanmaya devam edildiğinin altı bir kez daha çizilirken, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi yöneticisinin serbest kalması için imza kampanyası başlatıldı. Kurumun Sheffield şubesi, Türkiye'den Ayşenur Parıldak'a yönelik haksız uygulamara dikkat çekmeyi de ihmal etmemişti. Parıldak hakkında açılan imza kampanyasında "Gazetecilik yaptığı için on ay hapisle cezalandırılan genç hukuk öğrencisi" ifadeleri kullanıldı.
Rusya'nın kirli sicili
Dakikalar ilerledikçe korku filmine benzeyen Icarus (İkarus) adlı belgeselde Rusya'nın doping sarmalına kendimizi kaptırıyoruz. ABD'li yönetmen Bryan Fogel bedenini denek olarak ortaya atıyor ve Rusya'nın uzmanlaşmış olduğu, güç artırıcı maddeler olmalarına rağmen doping kontrollerine takılmayan kimyasallara talim ediyor.
Hırslı yönetmen Fogel'ın görünürdeki amacı amatör bisklet yarışmalarında derece almaktır, fakat Rusya'da mevzubahis sektörün gelişmesinde önemli rol almış eski sporcunun aynı zamanda ilgili kurumlarda gayet yüksek seviyede yöneticilik yapmakta olan Grigory Rodchenkov'la ilişkisi yoğunlaşıkça işler çığırından çıkıyor.
Ne de olsa Rusya, Sochi'de düzenlenen kış olimpiyatları en başta olmak üzere birçok uluslararası yarışmada sporcularına doping kullandırıp delilleri ustaca ortadan kaldırmıştır. Dünya Anti-Doping Ajansı WADA dahil olmak üzere birçok kurum şaibe altında kalır, güvenilir olmaları beklenen saygın görünüşlü yöneticilerin riyakârlığı yüzlerinden akmaktadır. Halkın milliyetçi duygularını ayakta tutmak için sömürülen millî atletlerinin imajının çizilmesine tahammülü olmayan iktidar mafyatik yöntemlere başvurmakta gecikmez.
Tabii filmin dili heyecan dolu popüler aksiyon belgesellerinin tüm klişelerine sahip: Temsil ettiği iddialı medya kurumu dünya festivallerindeki alanını genişletirken yaydığı fiyakalı enerji Sheffield'da da hissedildi. Oysa programında birçok ABD yapımının yer aldığı Sheffield Doc/Fest boyunca, nezih festivale katılan sektör temsilcilerinin seçkin varlıklarıyla kentin dilencileri arasındaki yoğun tezat belirgindi. Hayatım boyunca bu kadar kısa zaman aralığında gördüğüm en yüksek sayıdaki dilenci dışında, evsizler, alkolikler, uyuşturucu bağımlıları taşra kentinin sanayiyle parlamasından sonraki evresinin kasvetini yoğunlaştırıyordu.
Toplumun kıyısına doğru
Kas gücünden veya teknik yeterlilikten daha fazlasınının gerektiği bir faaliyet, Moskova veya Kiev'de yüksek binaların tepelerine tırmanan veya kentlerin altındaki dehlizlere sızan gençlerin cesur meydan okuyuşu.
Koltuğunuza yapışarak seyrettiğiniz sürükleyici On the Edge of Freedom (Özgürlüğün Sınırında) adlı belgeselde Rusya ve Ukrayna toplumlarında, özellikle genç neslin içine kapanıklığı, ümitsiz görünen arayışları, mutsuzluk ve çaresizliği adeta yüzünüze çarpılıyor. Adrenalin dozunu mütemadiyen yükseltme peşindeki kahramanlarımız Angela ve Vlad, yasakları delmenin zevkini de içlerinde taşıyarak tehlike ve riski durmadan artırıyor.
Gençler bedenlerine veya kafalarına taktıkları kameralarla seyirciyi olağanüstü maceralara sürüklerken, muhteşem görüntüler drone çekimleriyle taçlandırılıyor. Filmin nefes kesici finalinden sonra içinizde kalan duygu ise hayatla kumar oynayacak kadar uç sınırlarda dolanmaktan imtina etmeyen intihari neslin çapraşık ruh hali. Yönetmenler Jens Lengerke ve Anita Mathal Hopland 75 dakikalık Danimarka yapımı belgeseldetoplumsal krizlerin nerelere varabileceğini incelikle yansıtıyor.
Fiistin'de "Hayalet Avı"
İnsanlık dışı muameleyle tanınan dünya hapishanelerinden İsrail cezaevleri özellikle yönetmen Raed Andoni'nin şahsi tecrübelerinden yola çıkılarak bir kez daha teşhir ediliyor. Filistinliler'e yönelik tüm baskılara rağmen film ekibi acımasız sorguların yapıldığı mekânların benzerini bir stüdyoda inşa edip unutulması imkânsız tecrübelerin adeta bir kez daha yaşanmasını, yıllarca bastırılmış duyguların kamera karşısında fışkırmasını mümkün kılıyor.
Ghost Hunting (Hayalet Avı) adlı belgeselin teatral da olsa gerçekleri çağrıştıran çekimlerinde, eski mahkûmlar bir süre sonra yönetmenin metodunu sorgular hale geliyor. Oyuncu, yönetmen ve senaryo yazarı Ramzi Maqdisi’nin varlığı, Berlinale'den Kendine Has Belgesel ödüllü eserin artılarından.
Polis dehşeti
Yıllardan beri bilhassa siyah vatandaşlara yönelik cinayetleriyle tanınan Oakland Polisin Teşkilatının icraatı Federal bir program uyarınca gözetim altında tutulsa da, güvenlik mensupları kronik davranışlarından vazgeçecek gibi görünmemektedir.
Sheffield Doc/Fest'te yer alan birçok filmin daha önce gösterildiği Sundance 2017'de belgeselci Peter Nicks'e en iyi yönetmen ödülünü kazandıran The Force (Kuvvet) ABD'nin yarasına parmak basıyor.
Uygulamaya konan reform programı ve polis şefi Sean Whent önderliğinde sürdürülen açıklık politikasına rağmen güvenlik mensuplarının sicili kirlendikçe kirlenmektedir. Halkın öfkesi bir türlü hesap vermeyen, cezalandırılmayan, hatta yüreklendirilen polis memurları yüzünden artarken, Oakland'ın kadın Belediye Başkanı Libby Schaaf zaptedilemeyecek durumdaki teşkilata şahsen müdahale etmek zorunda kalır, erkek egemen zihniyete daha fazla tahammül edemeyeceğini yüksek sesle ifade eder. Yetki suistimali ayyuka çıkmıştır, ayrıca genç bir kadının polisler tarafından adeta seks kölesi haline getirildiği anlaşılınca patlayan skandal güvenlik mensuplarına vurucu darbenin indirilmesini sağlar.
Trans cinayetleri
Yetkililerin pasif kaldığı bir diğer durum, New York'lu trans aktivist Marsha P.Johnson'ın 1992'deki cinayeti olmuştu. Yoldaşı Sylvia Rivera'yla ABD'deki gey haklarına yönelik mücadelenin ön saflarında yer alması ve cemiyet içindeki sağlam duruşu bazılarını rahatsız etmişti. Yönetmen David France, ABD'nin LGBTI toplumu tarafından sevgi ve saygıyla hatırlanan Marsha üzerinden trans cinayetlerinin tümüne dikkat çekiyor.
Filmde takip ettiğimiz, ilerlemiş yaşına rağmen Sheffield'daki gösterimde hazır bulunan trans aktivist Victoria Cruz'un, cinayetle ilgili esrar perdesinin kalkmasına yönelik çalışmaları epey mesafe katediyor; fakat adaletin tecelli etmesi ne yazık ki zor.
Filmin en acıklı sahneleri, New York'ta 1973'teki gey zirvesinde mikrofona sarılıp transların mücadelenin kazanımlarında küçümsenen rolünü haykırırken Sylvia Rivera'nın yuhalanması ve ilerleyen yıllarda kentsel dönüşüm yüzünden sefalet içinde yaşadığı barakadan kovulması.
Winnie Mandela'nın inkâr edilen katkısı
Nelson Mandela'nın hapiste tutulduğu yıllarda Apartheid zulmüne karşı etkin muhalefet sürdürebilen ender kişilerden biri, ünlü liderin eşi Winnie'ydi. Baskı çemberi daraldıkça halkın ümidini ayakta tutan, mücadele ruhunun muhafaza edilmesini sağlayan, cesur kadının yüksek sesle telaffuz ettiği siyasi mesajlardı.
Yönetmenliği Pascale Lamche tarafından kotarılmış Winnie adlı sürükleyici belgesel Sheffield'da yoğun ilgi gördü, zengin içeriği, ritmik kurgusu ve inandırıcı senaryosuyla seyircileri ikna etti.
Eşi cezaevinden çıktıktan sonra Winnie'nin geri planda kalması tercih edilmişti. İki güçlü sembol haline gelen çift, ülkenin zaten sarsılmakta olan statükosunu kontrol edilemez bir seviyeye taşıyabilirdi. Üstelik Winnie'nin politik görüşleri "aşırı" uçlarda seyretmekte, sağlam temellere oturan muhalif düşünceleri sayesinde kapitalist sisteme hiç de sempatiyle bakmadığı bilinmekteydi.
Aleyhinde pek de gerçekçi olmayan suçlamalar ileri sürüldü, ilk etapta Nelson'dan boşanması gerekti. Halkın üzerindeki etkisi gayet iyi bilindiğinden kendi partisi tarafından bile ihanete uğradı, aktivist geçmişi olan güçlü bir kadın liderin dengeleri altüst edebileceğinden korkuluyordu.
Hakkında tekrar tekrar açılan davalarla itibarsızlaştırılmaya çalışıldı, imajının yerle bir edimesine yönelik sistematik çaba sürdürüldü, siyaset sahnesinin günah keçisi haline geldi.
Güney Afrika yakın tarihi hakkında gayet ayrıntılı bir manzara sunan 98 dakikalık yapım, geleneksel belgesel şablonlarını başarıyla kullanıyor. Winnie'nin güvenlik kuvvetlerinin mantık dışı yaptırımlarına karşı çıkışlarından, ırkçılığa karşı verdiği çetin mücadeleye, gayet geniş bir yelpazeyle karşı karşıyayız.
Birbirinden ilginç arşiv görüntüleri dışında Winnie Mandela'yla yapılmış uzun röportajları dikkatle dinlemekte fayda var. Ne de olsa belgesel, yıllar boyunca kamuoyunun gözünde rezil edilmeye çalışılmış bir kadının savunması niteliğinde, üstelik ülkenin günümüzdeki vaziyeti hesaba katılırsa!
Maden zulmü
Güney Afrika Cumhuriyeti'nin iktidar partisi Afrika Ulusal Konseyi'nin (ANC) kendini yenilemesi ve ülkenin ihtiyaçlarına cevap verebilecek hale gelmesi gerektiği yönündeki eleştiriler son zamanlarda sık sık ifade ediliyor.
Mesela 2012 yılında, insanlık dışı şartlarda, üstelik ülkenin madencilik kanunlarına aykırı biçimde yaşatılan maden işçilerinin itiraz hakkı yok sayılmış, 37 madenci, polis tarafından öldürülmüştü. Marikana Katliamı olarak dünya çapında öfke uyandıran elim vaka sonrasında özellikle polisin katlettiği madencilerin eşleri haklarını aramayı sürdürdüler.
Hatta kadınlardan müteşekkil Sikhala Sonke (Beraber Haykırıyoruz) grubunun kurucusu "Ma" Primrose Sonti parlamentoya terfi edip mücadelesini orada sürdürmeye and içti.
Oysa aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen verilen sözler tutulmadı, işçi aileleri kanunen hakları olmasına rağmen sosyal konut hizmetinden yararlanamadı, ilkel seviyedeki barakalarda yaşamaya talim etti. Sonti'nin bayrağı teslim ettiği Thumeka'nın elinden geldiğince mücadeleyi sürdürdüğünü görüyoruz. Yunanistan doğumlu kadın yönetmen Aliki Saragas'ın Strike A Rock (Baltayı Taşa Vurdunuz) adlı direniş belgeseli Güney Afrika Cumhuriyetinin kara lekelerinden birine etkinlikle dikkat çekiyor .
"Ölü eşek sırtlandan korkmaz!"
Afrika'nın en verimli toprak alanlarından bazılarına sahip Etiyopya'nın hükümeti milyonlarca hektarlık araziyi yabancı yatırımcılara peşkeş çekmekte. Azgın kapitalizmin önde gelen aktörlerinden uluslararası tarım tekelleri ormanlık alanları bile emellerine alet etmek üzere yerle bir etmekte, bölgede yaşayan halkların bir an önce ortalıktan kaybolmasını sağlayacak önlemleri almaktan da imtina etmemektedir. Kıtanın en büyük ve kendine has tabiat parklarından biri de iktidar sahiplerinin gözden çıkarmaktan sakınmadıkları değerli alanlardan.
Yüzyıllardır bölgede, doğayla iç içe geleneksel yaşamlarını sürdüren yerliler, yerine bir türlü getirilmeyen vaatlerle aldatılmakta, karşı geldikleri vakit mafyavari yöntemlerle susturulmaktadır. Dünya Bankasından yüksek miktarlarda yardım almakta olan Etiyopya hükümeti, bereket potansiyeli yüksek memlekette ahalinin büyük bir kısmını sefalet içinde yaşatmakta, halkın yararlanamadığı yabancı girişimcilerin ürettikleri ihraç edilirken, dışarıdan gelen yardımla aç mideler bir türlü doyurulamamaktadır.
Vaziyeti afişe etmeye çalışan gazetecilerin peşine düşen otoriter rejim ifade özgürlüğünü kısıtlamaktan da geri durmadığı gibi, medya temsilcilerini tutuklayıp işkencelere tabi tutmaktadır.
Durumun ciddiyetine yakışır bir belgesel ortaya çıkaran Joakim Demmer gezegeni kuşatıp sonunu getirecek faaliyetlerden birine hassasiyetle parmak basıyor. Dead Donkeys Fear No Hyenas (Ölü Eşek Sırtlandan Korkmaz) adını verdiği araştırmacı/gazetecilik örneği 80 dakikalık yapım, ekolojik dengenin yokuş aşağı sürüklendiği zamanımızda acil önlemler alınması gerektiğini hatırlatıyor.
Küresel bir belanın altını çizen belgeselinde Demmer, yaptığından gocunmayan yüzsüz bürokrat suretlerinin yanında, yerel halkla el ele tarım faaliyeti sürdüren yabancı çiftçilerin yapıcı çalışmalarına da yer veriyor.
Safari'ye devam!
Afrika'da safariye meraklıysanız ve "Beş Büyükler" (The Big Five) adıyla anılan hayvanları vurmaya tamah ediyorsanız, sadece daha fazla bedel ödemeniz gerektiğini bilirsiniz. Resmî ve gayriresmî safarilerde hâlâ arslan, fil, manda, leopar ve gergedan vurmak, nesilleri tehlikede olsa da mümkün. Diğer hayvanları vurmanın bedelinin lafı bile edilmez! Zaten avın hayvan katillerini esas motive eden yanı birilerinin buna karşı çıkması ve tabii ki sidik yarışında oldukları kişilere yapılacak nispet.
Sömürgecilik dönemlerinin izlerini hâlâ taşıyan birçok Afrika ülkesi iktisadi ve sosyal zorluklarla başetmeye çalışırken küresel felaketlerle gelen iklim değişikliği, yaban hayvanlarının serbestçe dolaştığı alanların daralması, varlıklarını daha da çetrefilli hale getirmekte. Önüne bir türlü geçilemeyen fildişi ticareti, malın dünya piyasalarında mütemadiyen yükselen fiyatı veya batıl inançlara göre şifa niteliği taşıyan gergedan boynuzu işin içine girince yoksul halkın böyle bir ticarete alet edilmesi pek zor olmasa gerek.
Kara mizah ustası Ulrich Seidl, 2016 yılında çektiği ve dünyanın çeşitli festivallerinden sonra İstanbul Film Festivaline de uğramış Safari belgeselinde konuya ironik bir teşhir diliyle yaklaşmıştı. Gaddar insanların zevk için vurduğu koca zürafanın yıkılışını ve akabinde parçalara bölünmesini unutmak ne mümkün!
Sheffield Doc/Fest'te seyrettiğim, meseleye daha çok gazetecilik gözüyle yaklaşan iki belgesel uluslararası mafyatik bağlantılara, ticarî çıkarlara, terörist örgütlenmelerle yaratılan kaosa, bu uğurda hayatını kaybeden çevrecilerin ve yerel halkın mücadelesine eğiliyor.
Yönetmenliğini Kate Brooks'un yaptığı The Last Animals (Son Hayvanlar) belgesel çekimi için bile bazı ağır bedeller ödenmesi gerektiğini hissettirirken, Shaul Schwarz ve Christina Clusiau'nun kotardığı Trophy (Zafer Hatırası) daha samimi bir profil çiziyor.
Mesela Güney Afrika'da gergedan yetiştiricisi John, av yasağının fayda etmediğini verilerle ortaya dökerken seyirciyi uzun vadeli düşünmeye zorluyor. İnsanlığın işine yaramayan hayvanların eninde sonunda yok olacağını öngördüğünden, gergedan avının kontrollü olarak yapılmasının, varlığı tehlike altında olan bu hayvan türünün geleceğini garanti alma anlamına geldiğini savunuyor.
Müslüman Afrika'da kadın olmak
Kıtanın özellikle Müslüman ülkelerinde hâlâ uygulanmakta olan, kadınlık organlarına yönelik vahşet, Gambiya kökenli Jaha Dukureh'in mustarip olduğu bir durum.
Dinî metinlerin keyfi yorumları sonucunda mübah görülen "kadın sünneti" (Female Genital Mutilation) yüzünden hayatı kararmış olan Jaha, çocuk yaşta, kendisinden epey büyük bir erkekle evlendirilmiştir.
Belki de ABD'de yaşadığı için duruma baş kaldırmayı başarıyor; evinden ayrılıyor, kendisine yeni bir hayat kurduğu gibi, babası Gambiya'da otorite sahibi bir imam olmasına rağmen ülkesindeki FGM karşıtı kampanyayı başlatıp başarıya ulaşıyor.
Patrick Farrelly ve Kate O'Callaghan ikilisinin yönettiği belgesel, kahramanının sağlam ve dirayetli duruşunu ön plana çıkarıyor, hurafelerle iştigal eden din istismarcılarının mantıksız argümanlarıyla oluşan tezatla, mesajını daha etkili biçimde yansıtıyor.
Batılı bakış açısıyla yerel mantaliteyi dengeli şekilde harmanlayan Jaha's Promise (Jaha'nın Sözü) yalnız Gambiya veya Afrika'da değil, tüm dünyada FGM'nin ortadan kaldırılmasına yönelik, takdir edilesi bir temenni, kadın cinselliğinin gücünü törpülemekten başka birşey düşünemeyenlere verilen bilimsel bir cevap.
Madagaskar'ın alternatif müzisyenleri
Sheffield Doc/Fest'in programında benim için ayrıksı bir eser, içimde tatlı duygular uyandıran, her şeye rağmen iyimserliği tetikleyen mütevazı belgesel Mada Underground oldu. Sömürgeciliğin etkileri henüz silinmemişken iktisadi imkânsızlıklar içindeki adalılar her türlü engele karşı pratik çözümler üretmekte gayet usta.
Birbirini ahenk içinde takip eden çeşitli müzik klipleri resmi geçidi sayılabilecek yapım, agresif bir enerjiye hiç sahip değil. Tam tersine repçi Nasty, varoş şairi Caylah gibi kahramanları, insanda yumuşacık hisleri tetikliyor. Zehir zemberek sözlerinin işaret ettiklerine öfkelenmemek tabii ki mümkün değil.
Gayet samimi bir iş ortaya çıkarmış olan yönetmenler Denis Sneguirev ve Philippe Chevallier bizi 55 dakika boyunca Madagaskar Adasının naif enerjisiyle sarmalıyor, seyirci, arsız kapitalist sisteme karşı kimliklerini ve varlıklarını koruyabilmelerini derinden diler hale geliyor.
Tultepec, Meksika
Havai fişek başkenti Tultepec ise gayet gürültülü ve tehlikeli bir diyar. Meksika'nın savaş endüstrisine hizmet etmeyi sona erdirince bölgenin yerel kaynaklarını değerlendirmeyi düşünen yerliler barut misali maddeleri havai fişek yapımında kullanmayı düşünmüşler. Kent zamanla işi büyütmüş ve senede bir kere düzenlenen gayet iddialı bir festivalle taçlandırmış.
Tultepec'te bu sektörden uzak durmak pek mümkün görünmüyor, sık sık ölümcül kazalar yaşansa da. Yanıcı maddeler insanlarda doğdukları andan itibaren adeta bağımlılık yaratıyor, ateş toplarının ortalıkta uçuştuğu gecelerde ateşle dans intihari bir hal alıyor.
Dünyanın her yerinden ziyaretçinin akın akın geldiği, seyrine doyum olmayan, çeşit çeşit fişekle donatılmış dev kuleler ilk gecenin atraksiyonu. İkinci gece ise ayrı ayrı grupları temsilen, birbirinden iddialı dev boğa maketleri insanlarla dolup taşan sokaklara salınıyor. Üzerlerindeki fişekler ateşlendiğinde cümbüş başlıyor, hemşire ve doktorların rolleri o andan itibaren önemli derecede artıyor.
İddialı, heyecanlı ve genç yönetmen Viktor Jakovlevski, Brimstone & Glory (Kükürt ve Şaşaa) adlı belgeselde, kenti ve ahalisini en doğal haliyle yansıtmaya çalışmış.
Tabii filmin uluslararası piyasada geçerli olabilmesi için gereken medyatik tavır üstüne sinmemiş desem yalan olur. Yine de bizi bu mazoşist evrenin içine hipnotik bir dille sürüklüyor ve estetik konusunda doyuruyor.
Temennim, filmin sonuna doğru, bilhassa yavaş çekimle perdeye yansıyan, tamamıyla yanıcı madde patlamalarının büyüleyici yakın plan görüntülerinden müteşekkil, isabetli müzik ve ritmlerle desteklenmiş daha minimalist (!) ve yalın bir eserin ortaya çıkması.
Şimendifer aşkı
Manşetteki fotoğrafı merak edenler varsa, Tayland'ın kırsal kesiminden yola çıkıp iki gün boyunca seyahat edenlerin uyku hali. Pencerelerin genelde açık olması sebebiyle oksijen eksikliğinden çok, sıcaktan ve yorgunluktan içlerinin geçtiğini tahmin ettiğim yolcularla, memleketin bir ucundan adeta diğerine varıyoruz. Sade dekorasyonlu vagonlarda, nispeten insani hızdaki trenlerin tıngır mıngır ritmine kendimizi kaptırıp adeta başka bir zaman dilimine dalıyoruz. Railway Sleepers (Tren Uyurları) adlı yapım raylar üzerinde yol almanın zevkini sinema salonunda yaşatıyor.
Yönetmen Sompot Cidgasornpongse'nin, yıllarca süren çekimler sonucunda ortaya çıkan sade ve mütevazı olduğu kadar büyüleyici belgeseli, uzun yol meraklılarının kaçırmaması gereken, meditatif bir çalışma. Görüntüler aslında hiç monoton değil, çekimler mümkün olduğunca çeşitlendirilmiş, kendimizi tempoya kaptırıp bilumum detaylara doya doya vâkıf oluyoruz.
Yemyeşil bir diyarda, turistlerin ender görüldüğü trenle seyahat etmek tam bir ayrıcalık. Budizmin etkisinde samimi davranışlar, sıcacık temaslar, alçakgönüllü tavırlar… son bölümde iki kişinin karanlıktaki tatlı sohbeti zaten unutulacak gibi değil!
Her ne kadar hattı şimdilik kısalmış olsa da, Kars'a kadar uzanan Doğu Ekspresinde benzer bir film çekmek de Türkiye'nin belgeselcilerine umarım nasip olur; Ramazan geçtiğine göre TCDD'nin yemek vagonunda akşamları votka, rakı ve şarap eşliğindeki muhabbetler de cabası… (MT/YY)